Soru sormaktan
sıkılmıştım. Çünkü aldığım tek cevap sesimin çıplak duvarlardaki yansımasıydı.
İçi boş şişeler bile içi boş sözcükleri kaldıramıyordu artık. Soruya soruyla
cevap verme gafletinde bulunmak değil de, aynı soruyu birden fazla kez
tekrarlayarak kafa açmak istemiyordum. Artık sonu bir veya birden fazla nokta
ile biten sözler sarfediyordum. Hani nasıl der Toptaş, her biri bir cümle
ağırlığındaki kelimeler... ‘Bin Hüzünlü Haz, sayfa 9. ‘ Ne zaman boyumdan büyük
laflar etmeye kalkışsam, daha kısa boylu bir şairin dizeleri geliyordu aklıma.
Kendi kendimi sıfırlıyordum. Ne vakit boş geçirdiğim zamanları hesap etmeye
kalksam çarpmada, toplamada ne kadar etkisiz eleman var ise hepsi bir bir çalıyordu
kapımı. Kalemi, kağıdı ediyordum al aşağı. Satırda kalacaklar hatırdan göçerdi,
hepsi göçsün istiyordum. Bir göçük altında kalıp aman dilesinler ve kimse
seslerini duymasın istiyordum. Uzanan yardım elleri kırılsın istiyordum.
Zırlamalar bir türlü
kesilmiyordu, müziğin sesini sonuna kadar açıyordum. Hangi şarkıya sığınsam en
sulugöz notalar kulaklarımın pasına pas katıyordu. Pencereyi açmaya
korkuyordum. Dışarısı çığlık çığlığaydı. Ağaçlar bir oraya bir buraya
salınıyor, bir titiz fırtına tozunu alıyordu toprağın. Ankara yine estiriyor,
gök yine yağıp, gürlüyordu. Bu öfke, bu hiddet, sanırsın faili meçhul bir
cinayet! Birden karanlık çöküyor, sokak lambaları sahne alıyor, kapalı gişe
oynuyordu. Sabaha kadar alkışlıyordu boş sokaklar, taki bir insan ayak izini
bırakana kadar yüzlerine. Soğuk botlarıyla dövene kadar asfaltları ve
“Günaydın” sesleriyle yankılandıra kadar işlenmeye can atan caddeleri,
birbirine sadakati ile bilinen bırak özür dilemeyi binlerce selamsız geçen
insanı sinesine çeken merdivenleri.
Ben geceye seranat
yapıyordum, bırak zeytin dalı uzatmayı zeytinyağına yatırıyordum tüm
önyargılarımı. Buzdolabında yumuşamalarını beklerken, dereotu topluyordum
birinci katımızın balkonun altından. Yeşil yeşil bakışlarına annemin balı,
babamın mavisi ile karşılık veriyor, yine yeşilde buluşuyorduk. Anneannem “Yer
altında mercimek, yediğim tatlı yemek.” diye sırıtarak turşu almaya gidiyordu
bodrumdan. Turşu da turşu hani, anası sarımsak babası sirke. Annem beni
çağırıyordu pas atmayan arkadaşıma isyan ederken, kan ter içinde kaldığım
futbol sahası yaptığımız şimdilerde yalnız bir arsanın beşiğinden. Karnım değil
ama gönlüm doyuyor şimdi hatırladıkça. Avuç dolusu para saysam götürse beni
psikolog o günlere, bozuk bir asansör gibi indirse beni çocukluğuma ve bıraksa
orada. Söz veriyorum, hiç şikayet etmem.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder