30 Mart 2013 Cumartesi

22.11.12


Güneşin bayatlamış kızıllığından nasibini almış bir akşamüstü, yine aynı tepenin kiraz ağaçlarına sırtını dönmüş köşesinde karşımdaki trafonun gölgesinde solmuş papatyaları izliyordum. Gün yerini geceye bırakmaya hazırlanırken, şehrin sesini dinlemeye koyulmuştum. Evlerin çatılarından süzülen dumanlar ve sigaramın ucunda tüten maviye karışırken, toprağı aşındıran bir çift ayak sesi duydum. Sırtımı döner dönmez güneşin görüş açıma kastı ile karşılaşmış, ancak kafamı biraz sağa bükerek karşımda dim dik duran kadını görebilmiştim.

Ellerini nereye koyacağını bilemez bir şekilde başı hafif öne eğik “Nasılsın?” diye mırıldandı. Vurdumduymaz saçları güneşin parıltısıyla açılmış, ince rüzgârı altına alarak ahenkle dans etmeye koyulmuştu. Önce biraz bekledim, yalan söylemek istemiyordum. Dürüst olmanın ise hiç sırası değildi.

“Buraya gelişin, beni burada buluşun, güneşle arama girişin, bana öyle bakışın hiç hayırlı değil, bilesin. Elinden tutup, buradan aşağı yuvarlanmak ve sonunda ne olacağını düşünmeden korkusuzca kendimi sana bırakmayı çok isterdim. Bir kez daha bu anı hayal edebilmeyi, sorduğun soruya cevap verebilmeyi her şeyden çok isterdim. Beni tanıyorsun, elde edemeyeceğim şeyler uğruna kendimi hırpalamakta ne kadar usta olduğumu da biliyorsun, elde edemeyeceğim kanaatine varışımdaki kötümser tutumumu da. Suçlu olmadığımın da farkındasın. Ortada bir suçlu olmamasını dilerdim ve şu an seni suçlamak yerine izlemeyi tercih edeceğime de bilirsin. Buraya gelişin, rüzgârla arama girişin, öyle masum duruşun hiç hayırlı değil, bilesin. Kesinlikle aç değilim sadece susuyorum, dudaklarım kuru. Kendimi zor zapt ediyorum, gitmelisin.”

Çok isterdim, buradan ayrıldığımda bunları söylemiş olmayı.
Gitti, burada mıydı bilmiyorum. Belki de hiç gelmemişti. Ne fark eder ki? Şu an yok, ve ben iyiyim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder