23 Kasım 2013 Cumartesi

Bolca Verin, Hoşça Kalın

*Üzerine onlarca kafa yorulmuş, düzinelerce kitap yazılmış, küp küp terler dökülmüş hadiselerle ilgileneyim diyorum biraz. İnce işçiliklerin ilmek aralarına dalayım diyorum. Bir  sökük bulurum diye değil, satır aralarında bir açık aramak niyetinde değilim, sadece bu işlere duyduğum saygıyı kendime merhamet olarak yansıtayım diyorum. Hem terzi kendi söküğünü dikemez derler, ben çıraklıktan kalfaya terfi etme gayretindeyken biraz da kulağı izleyen boynuz olayım diyorum. Geçerim diye değil estağfurullah, olur ya bir iz, bir ipucu bulurum ayakizlerinde erdemin, yoksa şöyle bir dönüp de bakmam bile, eteklerinde yerim yok şöhretin.


*Ben öğle yemeğinde tuzunu uzatırım, akşam yemeğinde ne sen görürsün beni ne ben bilirim ne yediğini. Öyle ya ne ilginçtir aynı çayı içeriz üzerine, öyle janti giyinen garsonların kol gezdiği lokantalarda çay iyi olmaz görsel sanatlara meraklı şeflerin yarattığı tabaklar gibi. Üçüncü sınıf lokantalarda çay layığıyla demlenir, kimileri vardır oraya çay içmek için gelir, sigarasına meze arar kimisi, ya da parası yoktur, karnı açtır da gözü toktur. Kendi hikayelerinde üçüncü tekil şahıs olmuş kişilerin meyhaneye alternatifidir, sarhoş olmak için alkole gerek duymayanların adresidir kimi zaman. Bazen ise davetsiz bir misafire kol kanat geren bir handır, masaları dardır, zemin fayans, kasanın izbe bir köşesinde çok önceleri terkedilmiş bir alyans, ruh hallerinde çokça beliren varyans, belirsizliğin ortasında algoritmalar düzen bir dans...


*Gözüm aç, kazınır kapakları görmek arzusuyla sabahın ilk ışıklarını. Erken yatmadan erken kalkmak ister bedenim, uyandığında bir sis görmek ister dağıtan geceden kalma pişmanlıkları, bir kadın vardır unutmak gerekir, telefona uzanan elleri kırmak gerekir, saçlarını dizse gözünün önüne, sırtını dönmek gerekir, bir söz söylese alıp götüren tanıdığın tüm kadınlardan kalma acıları, o sözü unutmak gerekir. Bazen o söze kanmak gerekir, o sözün altında ezilmek gerekir, o sözü şiire dökmek gerekir, okunmamak gerekir bazen uzun düz yazılarla, sırf okunsun diye yazılan şiirlere kızmak gerekir. Kusmak gerekir, midenin kaldıramadığını omuzlara yüklemek gerekir. Pusmak gerekir iş çıkışında köşe başı bir dürümcünün acı biber turşularını sergilediği vitririne, o vitrinde boy göstermek gerekir, yalnızlığını yüzüne vurmak gerekir duvarların, üst üste dizilmiş taşların, özensizce dökülmüş asfaltların, bir limana sığınma duygusuyla aldanılmış duyguların, teselli içerikli dokunuşların, o dokunuşlardaki müstehcen arzuların ya da müstesna sevdaların. Haykırmak gerekir doğruları ilan ettiğini iddia eden, kökünden yanlış insanların aynaya bakıp da utanmadığı, yüzsüzlüğün son hattesinde kabaran koltukların yamacında yüreklerine.


*Gözlerine bakmadan konuşmak gerekir, sözlerine aldırmadan çekip gitmek gerekir bazen. Giderken eyvallah demek gerekir, her şeye rağmen, mutluluk dilemek gerekir, mutlu olmak için değil, mutlu olsun diye değil, sen olabilmek için, unuttuğun benliğinin bilinçli bir hortlaması gibi, seni senden alma niyetiyle aklını çelme gayretindeki tüm şeytan suretli sorular gibi, her birine birer birer cevap vermek gerekir. Sualleri alaşağı etmek gerekir bazen, tüm noktalama işaretlerini eritmek gerekir sıcaklığında. Bu gereksinimlerin bitmeyeceğini bilmek gerekir, başını çevirmek gerekir bu grilikten, gözlerini kapatıp da görmek gerekir yeşilleri, mavileri, mavileri, yeşillikleri düşleyen sarıya dönmüş sonbaharın sillesini yemiş bir yaprağın yerine koymak gerekir kendini.


*Kimsenin tenezzül etmediği alanlara yöneleyim diyorum, keşfedilmemiş niyetlere cevap niteliğinde memnuniyetler tedarik etme amacında değilim. Sesini duyuramamış, susmak zorunda bırakılmış meselelerin seslerine kulak vereyim diyorum. Merakımı gidermek niyetinde değilim, nasıl ortada yokken bir ihtiyaç yaratılabiliyorsa ihtiyaç sahiplerini sömürmek gayesiyle, ben de bir kenara itilmiş, ötekileştirilmiş duyguların sesi olarak gürleyeyim diyorum kendi yıldızlarımızla donatılmış bir göğün göbeğinde. Beni birileri duysun diye değil, misafirperver kulaklarda yankılanayım istiyorum.


*Artık uyuyayım diyorum, çünkü laf aramızda gözkapaklarıma söz geçiremiyorum, herkesi bırak, bu aciz bedenimdeki tüm parçaları bile tatmin edemiyorum aynı zaman diliminde. Şimdi gözlerimin gönlü olsun, sabah ayaklarımın, öğlen midemin, gece dudaklarımın. Mazur görün irademi, hoşça kalın.

22 Kasım 2013 Cuma

*Artık git sen, bir sonraki otobüs yarım saat sonra. Duraklarımız uzak olsa da aynı yerde buluşacak dudaklarımız ne de olsa. Şimdi git güzel bir uyku çek. Yatmadan önce bir kadeh şarap iç, odanın benden kalan sessizliğini dinle bu sırada, sonra ılık bir duş al, yatağa boylu boyunca uzan bornozunla, dik tavana gözlerini, gülümsesin yumuşamış tenin

*Güzel bir uyku çeksin bedenin ve öğrenmeye dalsın zihnin. Daha önce nasıl düşünüyorsa aksini, nasıl düşlüyorsa Mersin’i, bir acı tatlı hikayeyle gözden geçirsin tüm prensiplerini. Şimdi uzak kal gözlerimden, bilhassa sözlerimden. Veda beyitleri ölçüsüz, uyaksız. Veda beyitleri davulsuz, zurnasız, sevimsiz, mızıkçı, oyunbozan. Adımlarını izleyeceğim ardında kalırken gözlerin, ben mülayim bir aşık, mezcup bir ozan. Git artık, nasıl olsa kahvaltıda görüşeceğiz. Saat tam onda, mantarlı, kırmızı biberli omletimizin ortasında.

*Sakın tam vaktinde orda olma. Ben elbet geç kalırım, biz on diyelim sen on bir anla. Anlarsan yastığı göğsün diye başımın altına alışımı ve bacakların diye yorgana bacaklarımla makas atışımı, anlarsın yataktan bu denli geç ayrılışımı ve sana birkaç yarım saat geç kalışımı.

*Oysa yerinde olmayı ne çok dilerdim. Kavuşacağını bildiğin şeyi özlemek ne güzel şey, beklemek ne güzel şey bana sarılışını, izlemek birkaç yüz metre uzaktan ahenkle salınışını, saçlarının rüzgarla raksını, gülüşünün trafik lambalarını utandırışını, ceketinin eteğini kıskanışı, ve susuşunu dudaklarının, aslında sabaha kadar konuşmaya hazırlanışını bilirim, parfümünün boynundan Ankaraya dağılışını, ne güzel şey yalnızlığı maktül kılmak gözlerinde!

*Şimdi git, güzel bir uyku çek. Göz kapaklarına düşman kesilmek istemem sabahında, yanakların al olsun istemem, bensiz morarsın istemem kan dolmuş yerlerin. Olur da duymazsan alarmı, acele etmeni istemem, otobüse yetişmek için koşmanı istemem, kalbinin benden bağımsız bir şey için böyle hızlı atmasını istemem. O yüzden git şimdi, güzel bir uyku çek, dinlen güzelce, unutma sabah onda, on birde aslında, aynı yerde, bir saat gecikme ile, doyamadığın uykun ile, hasretimle tutuşmuş tenin ile, ince belin ile, tatlı dilin ile, görüşmek üzere. 

Fail, Kefil, Vekil

Ben tüm içi dolu, içi boş bakışların izdüşümü, iç çekişlerin, derin bırakılan nefeslerin düşkünü, gözü yaşlı gülümsemelerin ve samimiyetsiz tesellilerin failiyim. Biraz meçhul, biraz muamma, biraz gereğinden fazla çaba sarfedilmiş anlaşılamamaların altında yatan rastgele varoluşların sebebiyim. Sahte merak izlerinin, anlat kendini deyişlerin, arzu fakiri ifadeleriyim. Senin yalın halinim ben, sahiplenişlerin i hali, yönelişlerin e hali, üzerimdeki gözlerin de hali, terkedilişlerin den haliyim. Çürük bir edebiyatın son akımıyım akışkanlığında değmez yaşların, kaskatı kesilmelerin, aşk kisvesinde sırıtışların, çok konuşmak isteyen susuşların, susmak için can atan geveze çıkışların taahhütüyüm. Günah keçisiyim kendinden bile sır gibi sakladığın arzuların, toplumca yasaklanmış tutkuların, bir köşede saklanmış içgüdülerin ve en saf, en masum dokunuşların, kimilerince açılmış, kimilerince deşilmiş yaralara. Ataçlarla birbirine zorla kenetlenmiş, birbirinden nefret eden sayfalara, o sayfalarda hiç yazılmamayı dilemiş yazılara, o yazılara can veren kalemlere, o kalemleri tutan insanlara, o insanları yazmaya sevkeden insanlara, o insanların kimseye itiraf edemediği pişmanlıklara, susturulan isyanlarına kefilim. Bir garip vekilim omzumda kahır dolusu yükler ile çırpınan, bir gece yarısı dağılan, sabaha karşı yabancı bir yatakta uyanan, kahvaltıyı unutan, gözünü alan güneşe kızan ama ona bir ömür muhtaç kalan, yokluğunda karanlığa sarılan, bir esmere sarılan, göğsüne uzanan, çekinmeden ağlayan, göz yaşlarını saçlarına değdiren, aramadığı bir teselli bulduğunda acınmış gibi hissetse de mutlu olan, gülümseyen, gülümsedikçe seven, sevdikçe bağlanan, bağlandıkça koparılan, koparıldıkça yalnız kalan, yalnız kaldıkça şarkı yazan, şiir yazan, armağan eden kilitlenmiş dudaklara, kimsenin duymadığı ezgileri mırıldanan, o ezgilerde kaybolan, bir an farkedildiğinde sobelenmiş gibi telaşlanan, kollarını kaldıran, gönlünü açan, boynunu büken, kaşlarını kaldıran, gözlerini diken gözlerine ve gamzelerini salıveren gamzelerine, o çukurlarda yorgunluğunu gideren, gözlerini kapatan uykuya ve dalan hiç görülmemiş rüyalara.

13 Kasım 2013 Çarşamba

19.10.13

Soru sormaktan sıkılmıştım. Çünkü aldığım tek cevap sesimin çıplak duvarlardaki yansımasıydı. İçi boş şişeler bile içi boş sözcükleri kaldıramıyordu artık. Soruya soruyla cevap verme gafletinde bulunmak değil de, aynı soruyu birden fazla kez tekrarlayarak kafa açmak istemiyordum. Artık sonu bir veya birden fazla nokta ile biten sözler sarfediyordum. Hani nasıl der Toptaş, her biri bir cümle ağırlığındaki kelimeler... ‘Bin Hüzünlü Haz, sayfa 9. ‘ Ne zaman boyumdan büyük laflar etmeye kalkışsam, daha kısa boylu bir şairin dizeleri geliyordu aklıma. Kendi kendimi sıfırlıyordum. Ne vakit boş geçirdiğim zamanları hesap etmeye kalksam çarpmada, toplamada ne kadar etkisiz eleman var ise hepsi bir bir çalıyordu kapımı. Kalemi, kağıdı ediyordum al aşağı. Satırda kalacaklar hatırdan göçerdi, hepsi göçsün istiyordum. Bir göçük altında kalıp aman dilesinler ve kimse seslerini duymasın istiyordum. Uzanan yardım elleri kırılsın istiyordum.

Zırlamalar bir türlü kesilmiyordu, müziğin sesini sonuna kadar açıyordum. Hangi şarkıya sığınsam en sulugöz notalar kulaklarımın pasına pas katıyordu. Pencereyi açmaya korkuyordum. Dışarısı çığlık çığlığaydı. Ağaçlar bir oraya bir buraya salınıyor, bir titiz fırtına tozunu alıyordu toprağın. Ankara yine estiriyor, gök yine yağıp, gürlüyordu. Bu öfke, bu hiddet, sanırsın faili meçhul bir cinayet! Birden karanlık çöküyor, sokak lambaları sahne alıyor, kapalı gişe oynuyordu. Sabaha kadar alkışlıyordu boş sokaklar, taki bir insan ayak izini bırakana kadar yüzlerine. Soğuk botlarıyla dövene kadar asfaltları ve “Günaydın” sesleriyle yankılandıra kadar işlenmeye can atan caddeleri, birbirine sadakati ile bilinen bırak özür dilemeyi binlerce selamsız geçen insanı sinesine çeken merdivenleri.
Ben geceye seranat yapıyordum, bırak zeytin dalı uzatmayı zeytinyağına yatırıyordum tüm önyargılarımı. Buzdolabında yumuşamalarını beklerken, dereotu topluyordum birinci katımızın balkonun altından. Yeşil yeşil bakışlarına annemin balı, babamın mavisi ile karşılık veriyor, yine yeşilde buluşuyorduk. Anneannem “Yer altında mercimek, yediğim tatlı yemek.” diye sırıtarak turşu almaya gidiyordu bodrumdan. Turşu da turşu hani, anası sarımsak babası sirke. Annem beni çağırıyordu pas atmayan arkadaşıma isyan ederken, kan ter içinde kaldığım futbol sahası yaptığımız şimdilerde yalnız bir arsanın beşiğinden. Karnım değil ama gönlüm doyuyor şimdi hatırladıkça. Avuç dolusu para saysam götürse beni psikolog o günlere, bozuk bir asansör gibi indirse beni çocukluğuma ve bıraksa orada. Söz veriyorum, hiç şikayet etmem.


Susmalarım Sanadır

Cevap veremediğimi düşünürsün,
Oysa ben seni izlerken rahatsız edilmeyi hiç sevmem.
Suallerin suyun altındaymışım gibi uğultulu gelir kulağıma o vakit.
O vakit ki martıların ince gagalarından dökülür susamlar.
İstanbul bir sigara yakar.
Göl kenarlarına vurur insanlar.
Ağacın en tepesinde kalmış kiraz düşer.
Tekme atar Sıla bebek.
Bilse canını yaktığını kıyabilir miydi annesine?
Kim bile bile canını yakar ki sevdiğinin?
Şimdi sorsam sana,
Susamazsın bile.
Kimseden anlayış beklemem.
Henüz ben anlayamadım ki kendimi.
Nasıl şikayet ederim senden?
Senin bile tarif edemediğin senden.
Sonra ben kim bilir kimlerin ahını almışımdır habersiz.
Bilsem özür dilerdim.
Özür dilesem makbule geçer miydi ki ?
Af dilesem duyan olur muydu sedamı?
Elbet yine sen geçerdin aklımdan
ve ben unuturdum tüm günahlarımı.

21 Eylül 2013 Cumartesi

Sen ve Olmak Seninle

Seni sevmek,
Karanlıktan korkup da bir sinek gibi sokak lambalarının başına üşüşmek gibi,
Dünyanın güneşin etrafında dönmesi gibi,
Saçlarını tavaf etmek gibi.

Senden ırak kalmak,
Uyanır uyanmaz perdeyi güneşin suratına kapatmak gibi,
Temmuzun ortasında tütün toplayan ırgatların terlemesi gibi,
Ölüm döşeğinde gençliği hatırlamak gibi.

Seninle olmak,
Maşayla koru tutmak, ama kora dokunamamak gibi,
Özlemek nasıldır hiç bilmemek gibi.
Kucağında bir bebek tutmak gibi.

Ben bilmem aşık olmayı,
Delirircesine sevmektir sana verebileceğim.
Bilincim yerindeyken,
Yapraklar yeşil ve denizler maviyken,
Henüz gitmemişken benden bilincim.
Seninledir ancak sevincim.
Ben bende olduğu sürece özleyeceğim.








Çiğ Dem Evde

Üzerime gelen duvarlara güzellikle odamın zaten küçük olduğunu ve daha fazla üzerime gelirlerse kendimi pencereden aşağı atacağımı söyledim. Hatta kalktım, şöyle bir aşağı baktım, henüz birlikte hiç bisiklet sürmediğimiz aklıma geldi ve merdivenleri kullanmayı tercih ettim. Gölde taş bile  sektirmemiştik. Bunu bize yapamazdım. Merdivenler korkulukları olmadan ne kadar da kimsesiz bırakılmış gibi görünüyorlardı, yeni farkettim. Sevmedim onları, hiç sevemedim. Hep tozluydular, ama hiç temizlemeye de kalkışmamıştım. Bir siyah bir beyaz boyasam piyano çalar gibi aşağı insem şöyle pesten tize parmaklarımı gezdirir gibi, belki daha eğlenceli olurlardı. Eminim onlar da beni taşımaktan hoşnut değillerdi. Aramız bozuktu, bozuk kalacaktı. Bir gece yarısı sallana sallana evimize giderken bizi taşımadıkları sürece onlara bir minnet borcum da olmayacaktı. Kendimi dışarı zor attım, arkamdan fısır fısır konuşuyorlardı. Belli ki pek de hoş sözler sarfetmiyorlardı hakkımda, beni duymuş olabilirler. Merdivenler konuşamaz ama duyarlar derdin hatırlar mısın, o halde çok yaşamazlar. İnsan hep içine atarak ne kadar yaşayabilir ki? Ben hep anlatırdım mesela sana, hoşuma gitmeyen bir şey yaptığında hemen bir hikaye uydururdum. Merdivenlere söylüyorum sen anla derdim. Ben de benim “merdiven” isimli bir kızım yok derdin. Gamzelerim atıverirdi kendini yanaklarımın ortasına. “Gamze” ismini hep sevmiştim. Seni görür görmez sahne alırlar, sen gidince gömülürlerdi ve pek de nazlılardı, sen gelmeden kimse çıkaramazdı onları yanaklarımın derinliklerinden.


Domates ucuzlamış, sanırım hava ısınıyor. Kışın yediğimiz domatesler neydi yahu öyle.  Sen ne derdin. Bitmez tezim, olmadan domatesim. Kekik ve zeytinyağı en yakın arkadaşlarıydı. Tezin bitti, domates bitmedi. Yaz geldi, sen gelmedin. Sen geldin, ben orda değildim. Ben ordaydım, sen tualatteydin. Beklemedim. Sen geldiğinde ben çoktan gitmiştim. Ben döndüğümde sen sıkılmıştım beklemekten. Bir türlü denk gelemedik aynı evde. O evde, işlek bir caddeden çıkıp da izbe bir sokağa vardığımız o evde, günün büyük bir dilimi perdelerin kapalı olduğu o evde, mutfak tezgahının çatladığı, kanepelerin feryat ettiği, halıların can çekiştiği evde. Televizyonun sustuğu, bizim konuştuğumuz, tabloların canlandığı, kapı kollarının kırıldığı, sineklerin uslandığı, aynaların kıskandığı evde. Biz hiç denk gelemedik bir gecenin aşk kokan eteğinde, sabahın bizi bulamadığı o yerde, eteğin sahibi kadının bacakları arasında. O kadının şefkatli kollarında, saçlarını tarayamadık, göğsüne yatamadık, elinden tutamadık. O öldü, bacakları morardı, etekleri yakıldı, bizi yakaladılar, üstümüze yağdırdılar sabahı, güneş aldı gözümüzü, kör olduk, göremedik birbirimizi. Ben seni hep o evde aradım. Şimdi soruyorum merdivenlere, geldi mi diye. Cevap vermezler bilirsin, veremezler, onlar sadece duyarlar, konuşamazlar. Karşılıklı susuyoruz, eve geliyorum. Duvarlarla tartışıyoruz hala, bir anlaşsak. Sıra merdivenlere de gelecek, sonra sana, sonra bize. Duvarlar, merdivenler, sen, ben ve evimiz mutlu mesut yaşayacağız. İnanıyorum, başaracağız.

Çiğ Dem Mutfakta

Tezgahın üstü yine dağınık, en az bana vaadettiğin sözler kadar. Bulaşık yıkamak dert değil, temiz bırakmak zor, temiz kalmak çok zor. Bugüne kadar hangi his tozlanmamıştır, hangi düşünce paslanmamıştır? Belki çok eskilerde temizlik malzemeleri icat edilmeden önce ya da tuz bile keşfedilmeden önce yani insanlar deniz görmeden önce belki çok farklı renklerle düşlerlerdi mavilikleri. Beyaz koyulaştığında mavi olur bilir misin? İnanmıyorsan bırak kendini uçaktan paraşütle düzlüğe varma umuduyla engebelere, gülümse aşermiş gebelere. Babalara el salladığını varsay selam verirken vadilere. Vadiler seni çok sever, sen de vadileri . Hatırlar mısın özlem felekle kapışırken sen ağlardın geceleri. Geceler ki seni umursamadan bekler sabahları. Vadiler kıskanırdı sözü başklarına verdiğin için. Sabahlar ki bekler gözyaşlarının dinmelerini. Dinmeler dinler kuşların uyanışını. Uyanışlar ki öfkelenir şuursuzca kurulan telefon alarmlarına. Telefon alarmları ise ne zavallı emir kullarıdır. Görevlerini yerine getiriyorlar diye bir de suratına yerler şamarı. O şamarki uykunun dedikodusudur. Bir garip uyuşukluğun buğusudur.
Çatallar bekçiliğini yaparken tabakların, tencereler hüzünden kurumuş, bazısı çatlamış fesadından çatır çatır. Çünkü onun yemeğinden yenmemiş, herkes tereyağlı pilava abanmış. Tereyağlı pilav tavuk suyuna teşekkürlerini letmiş. Suyu bırakılan tavuğun arkasından mevlüt okunmuş. Tavuğu kesen bir hafta yasını tutmuş. Oğlunun okul taksidini yatıramadığı için tavuklara düşman olmuş, daha nicesini kesmiş gözünü kırpmadan ve tutuklanmamış. Hakkında soruşturma açılmış ama tutuksuz serbest bırakılmış. Tutuklu serbest bırakılsa o kadar koymazmış. Kesilen tavuğun babası intikam almaya ant içmiş. Denizliye gidip büyüklerini toplamaya karar vermiş. Trafik kazasında ölmüş. Kemikleriyle 13 kişi lades oynamış.

Tezgahın üstü hala dağınık, tüm bunlar ben bulaşıklar için su kaynatsam mı diye düşünürken geçmiş aklımdan. Malum kettle çok enerji harcıyor. Birkaç kez sigortanın attığı bile olmuştur. Günümüzde enerji üretimi bu kadar sorunu hale gelmişken ben bulaşık yıkamak için su ısıtamazdım. Tencerede ısıtsam gaz çok pahalıydı. El emeği göz nuru, sürtünme kuvvetini kullanarak bulaşıkları yıkadım. Geçtim içeri, şöyle bir baktım duvarlara. Duvarlar o kadar doluydu ki tablolarla ben böyle boşluk görmemiştim. Hemen aradım seni. Sen boşlukların en büyük düşmanıydın ne de olsa. Senin doluluğun bardağın boş tarafını görmeye dahi engeldi. Polyanna bile kıskanırdı seni. Polyanna sarışın mıydı? Ben sarışın sevmem halbuki, hele bir de gözleri renkliyse şöyle bir kafamı çevirip bakmam kıskanmana hiç gerek yok. Ben siyah severim, esmer de sen. Ya da beyaz ten siyah saç de. Ya da melez ya da duy garez bana sempatik gelen tüm fizyolojik olgulara, dişçilerin yaptığı tüm yarım yamalak dolgulara.

Akşam yemeğine bekliyorum seni. En sevdiğin yemekleri öyle kıskandım ki sana en çok seveceğin yemekleri hazırladım. Hayır diyemeyeceğim üç şey var elimde, tereyağı, kekik ve sarımsak. Hayır diyemeyeceğim aynı zamanda. Ya da sevdiklerimin sevdiklerine armağan olması arzusu beni alıkoydu fevri davranışlarımdan, saçmasapan çıkışlarımdan, gereksiz darılışlarımdan ve yer yer dağılışlarımdan. Şimdi tütüyor dumanı aşkımın, gel tadına bak. Beğenmezsen ısrar etmeyeceğim halamın her evine gittiğimizde yaptığı su böreğini yemem için bana ısrar ettiği gibi. Halamın bana verebileceği tek şey oydu belki de. Ben sana çok daha, çok daha fazlasını verebilirim, bakmak istersen tadına...


Çiğ Dem Çaydanlıkta

Kilometrelerce yüksekten gelen bir damla su kadar sade ve kararlıyım bu sefer. Öyle kararlıyım ki yanından bir yabancı gibi geçtiğim dağların tepeleri ve etekleri, eteklerindeki pireleri ve onların tüm duygu ve düşüncelerine kulaklarımı tıkamış vaziyetteyim. Bunca yıldır içinde varolduğum doğanın tüm tepkilerine Fransız, tüm etkilerine canı gönülden İtalyan ve saldırılarına karşı da Türküm. Daha sonra sadece basit bir “insan” olduğum aklıma geliyor. Tüm coğrafya bir anda siliniyor aklımdan. Bugüne dek ortaya çıkmış tüm miletler, diller, dinler bir frangman tadında geçiyor gözlerimin önünden.

Ben öyle yükseklerden geliyorum ve o kadar kararlı bir su tanesiyim ki, basıncı arkama alarak bir balyoz etkisiyle gömüleceğim sana. Acıyacak canın elbet, sözlerim biraz üzebilir bile seni. Ya da büzebilir eklemlerini sen gitmeye kalkarken kolunu sıkışım. Kolunu sıkmak demek çaresizliğin son demlerinde olduğumu ve “kal” demenin ne kadar boş bir uğraş olduğunun göstergesidir. O an amaçlayacağım son şey olurdu herhalde canını yakmak. Derin bir kedere dahi saplanabilirsin bu çıkışım ile ama seni temin ederim ki battığın çukurdan ses hızıyla çıkartılacaksın. (Işık hızını sana geliş hızımla ilişkilendirdiğim için, bağıl olarak bir fark yaratmak durumundaydım.) O ses ki içinde hiç duyulmamış ezgilerin hayalkırıklıklarını barıdıracak. Barıdırmakla kalmayacak, besleyecek ve giydirecek. Çünkü biz kimseyi aç, açık bırakmayız bahsi geçen şey “ezgi” dahi olsa. (Samimiyetime inandığınızı varsayarak söylüyorum; Ezgi beni aldatan eski kızarkadaşımın ismi olsaydı da bir şey değişmezdi.)
Yeryüzünü nasıl batıramıyorsa bu okyanuslar, dünya nasıl havada asılı kalabiliyorsa astronomik bir kanun gibi yapışacağım yanına. Organik ve kimyasal afetleri de yanıma alacağım. Dans etmek istersek depremi çağıracağım, susarsak susamaya seli, ayaklarımızı yerden kesmek istersek heyelan bize eşlik edecek. Belki bir fırtınaya karışıp kusarız insanlara ve yarattıkları bu zavallı dünyaya olan nefretimizi ya da sıkılırsak karanlıkta bir yıldırım bir şimşek, senin gözlerini göremezsem bulurum bir eşşek. Tüm bunları düşünmekten delirebilirim ama ben bilincim açık olduğu sürece seveceğim seni. Hem delirmek benim işim değil, bir gün delirme kararı olursam bu delileri anlamak için olur. Zira empati olsun, antipati olsun, pati patikalarda şiirler yazıp, bebek pati patilerimi de giyer ıslatırım ayak tabanlarımı sonbahara doymuş çimlerde. Henüz iyiyim. Kötü olmak için onca sebep varken iyi olmanın yegane sebebi aklımda kalan son şeyin hep sen oluşudur.

Bilincimin elverdiği şartlarda düşleyeceğim seni, ve düşlerimin gerçek olması için yalvaracağım Tanrıya. Tüm bunları senin yanında yapacağım. Senin yanında senden uzak kalma ihtimalini dikkate almadan edemezdim. Beni sevememekten korkma, ya da hiç seviyormuş gibi yapamamaktan. Seni kaybetmeyi nasıl göze aldıysam seni hiç bulamamayı da öyle aldım göze. Beklentisiz sevmek büyük bir yük kaldırıyormuş insanın yüreğinden, bunu ilk aldattığımda anladım kendimi. Aldatılmak değil kendini bilfiil aldatmak daha çok yıpratıyormuş insanı. İnsan yıpranmaktan korktuğunda ister istemez yıpranıyormuş. Sakınan göze geliyormuş, sakınmadan da olmuyormuş. Aşağı tükürsen bakkal, yukarı tükürsen balık senin anlayacağın. Şimdi kendime bir çay koyacağım, sonra yanaklarımı al koyacağım. Seni gözlerimden ırak, gönlüme yakın koyacağım. Sırf bir kez olsun atasözleri haklı çıkmasın diye. Atalarımızın kemikleri sızlamaz inşallah, amin.


Yalnızlığın tadını verebilir misin bana ?

Yalnızlığın tadını verebilir misin bana, 
Duymak istediklerimi söyler misin beton yığınları gibi? 
Ahşap sandalyeler gibi açık mı bana kucağın,
Tutuştursam yanar mısın atesimle?

Anlamadan da beni anlıyormus gibi dinleyebilir misin? 
Başını sallar mısın anlamış gibi, istediğimi verir misin bahşiş bekleyen bir garson nezaketiyle.
Susman gerektiğinde susar mısın boş bardak gibi, 
Dolar mısın dökmek istediğimde seni dudaklarımdan içeri?

Yalnızlığın tadını verebilir misin bana,
Sızmak istediğimde açar mısın koynunu çift kişilik bir yatak gibi genişce?
Uyandığımda yok edebilir misin geceden kalma pismamligimi.
Baş ağrıma derman olabilir misin paslanmis bir musluk kadar? 
Hatırlatabilir misin eski beni tozlu bir mektubun aşk kokan satırlarinda?


Özler misin beni 18 yasinda tuttuğum günlük kadar?
Ozlemesen de özlemiş gibi yapar mısın ssayfalarıni karıştırdıgimda.
Bekler misin beni naftalin kokulu bebek patiklerim gibi, 
Ancak parmaklarima sigacak kadar küçük ve kimsesiz kalabilir misin bir ömür, başka bir ömre değecek gibi? 

Yalnızlıgin verdiği tadın altinda gizlenen acım olabilir misin? 
Biksan da benden deli gibi, gulebilir misin yüzüme elinde pamuk şekeriyle mutlu bir kız çocuğu gibi.
Küçük şeylerle mutlu olabilir misin ?
Erik ağacına tırmanir ve henüz olmamis bir erigi benimle paylaşır da,
Şikayet etmeden sevebilir misin bahçemizin kurdunu da sırf bizimle aynı havayı soluyor diye?

Aynalara bakıp da aynalardan kaçmadan, kinanin altındaki aklari saklamadan siritabilir misin dökülen saçlarıma bakarak?
Zamana kusmeden zamanla aşık atabilir misin sozlerime gufteler yazarak.
Gülüp geçebilir misin seni ağlatan misralara.
Gözyaşım olabilir misin, sevinç ve hüzün arasinda kalabilir misin? 
Ölümle dalga geçebilir misin ölüme sadık kalarak, 
Yalnız kalmayı ve yalnızliga sahip çıkmayı göze alabilir misin yalnızlıgimla beni başbaşa bırakarak? 

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Yollar

Yağmur yine derin bir kahkaha patlattı ve iki yanağımı da avuçlarının arasına alarak,
-Aman da aman bozulmuş mu benim sevdiceğim, kızmış mı benim portakal çiçeğim, incir çekirdeğim, ahududum, böğürtlenim.

Yine nasıl karışıyordu kanıma ve sarhoş ediyordu beni. Kızmak, küsmek ne mümkündü. Bir bakışıyla, bir sözüyle çocuk gibi sevindiriyordu beni. Yanaklarım kıpkırmızı sırıtıyordum gün içinde, ne otobüs şöförü anlam verebiliyordu ne kasiyer. Öyle bir enerjiydi ki herkesi mutlu etmeye yeterdi. Etrafımda suratını asan bir kişi görsem kendimden bilirdim artık. Üslubunu sevdiğim, sözleri hem iştahımı hem ruhumu kabartıyordu. Havuçlu tarçınlı kekim, domatesin üstüne dağ kekiğim...

Hesaba katmadığım bir şey vardı yine. Böyle kolay mutlu olmak var mıydı hayatta? Yoktu elbet. Bu ruh halinin varyasyonu hep tek taraflı olacak değildi ya. Bu varyasyon hassasiyetinin yükselişi, aynı zamanda bir bakış bir sözüyle beni darmadağın da edebileceği anlamına geliyordu. Bunu görüyordum, ama artık hesap kitap işlerinden sıkılmıştım. Hem başka çarem mi vardı. Tüpedüz çaresizdim. Eğer bu bir kapansa da kısılmaya canı gönülden razıydım. Kendi rızam olmasa ne yazardı ki zaten.


*Bu öyle bir sarhoşluk ki, her şeyi unutturur bana. Günü gelir beni bile.

Yağmur yine derin bir kahkaha patlattı ve iki yanağımı da avuçlarının arasına alarak,
-Aman da aman bozulmuş mu benim sevdiceğim, kızmış mı benim portakal çiçeğim, incir çekirdeğim, ahududum, böğürtlenim.
Yine nasıl karışıyordu kanıma ve sarhoş ediyordu beni. Kızmak, küsmek ne mümkündü. Bir bakışıyla, bir sözüyle çocuk gibi sevindiriyordu beni. Yanaklarım kıpkırmızı sırıtıyordum gün içinde, ne otobüs şöförü anlam verebiliyordu ne kasiyer. Öyle bir enerjiydi ki herkesi mutlu etmeye yeterdi. Etrafımda suratını asan bir kişi görsem kendimden bilirdim artık. Üslubunu sevdiğim, sözleri hem iştahımı hem ruhumu kabartıyordu. Havuçlu tarçınlı kekim, domatesin üstüne dağ kekiğim...
Hesaba katmadığım bir şey vardı yine. Böyle kolay mutlu olmak var mıydı hayatta? Yoktu elbet. Bu ruh halinin varyasyonu hep tek taraflı olacak değildi ya. Bu varyasyon hassasiyetinin yükselişi, aynı zamanda bir bakış bir sözüyle beni darmadağın da edebileceği anlamına geliyordu. Bunu görüyordum, ama artık hesap kitap işlerinden sıkılmıştım. Hem başka çarem mi vardı. Tüpedüz çaresizdim. Eğer bu bir kapansa da kısılmaya canı gönülden razıydım. Kendi rızam olmasa ne yazardı ki zaten.

*Bu öyle bir sarhoşluk ki, her şeyi unutturur bana. Günü gelir beni bile.

Hiç anlatmamıştı. Ne arayan belliydi, ne gittiği yer. Ne zaman sorsam bir şekilde işin içinden sıyrılmıştı. Ben de sık boğaz etmeyeyim diye hep erteledim bu soruları, kendini rahat hissettiği bir gün anlatacağını umdum. O da bu tarz soruları iyi abzorbe ediyordu. Zaten bunu yapması çok kolaydı. Birkaç güzel sözle tüm odağımı değiştirebiliyordu. Kendimi onun yanında elinden tutup gezdirdiği bir çocuk gibi hissediyordum. Nereye çekse geliyordum. Bir sözle seviniyor, bir sözle üzülüyordum. Yanında her zaman mutlu değildim belki ama mutlu olduğum zamanları hiçbir şey veremiyordu bana.

Akşama kadar aramadı. Ertesi gün uyandığımda günaydın mesajı yoktu telefonumda ve öğleden sonra da aramamıştı. Akşam sekize kadar zor dayandım ve aradım en sonunda, açmadı. Mesaj attım, dönmedi. Ertesi gün çalıştığı yere gittim. Konuşmak istemediğini söyledi. Bir sebebi yokmuş. Sadece beni görmek istemiyormuş artık. Gülerek uzaklaştım.

*Bazen öyle yoğunlaşır ki hisler ve düşünceler ne dudaktan çıkar ne kalemden dökülür. Bazen öyle bir terkediliş çalar ki kapınızı kimden merhamet dileyeceğinizi bilemezsiniz ve bazen öyle bir isyan edersiniz ki muattap bulunmaz. Bulamazsınız. Öylece susarsınız. Sonraları bir gülümseme alır yüzünüzü, ipince bir gülümseme. Çünkü hatırlamaya engel olamazsınız, işte bu yüzden gülümsemeye de.

Yollar geniş, yollar dar. Boylu boyuna uzanmış uzun ve kısa yollar var birbirine bağlanan ve birbirinden ayrılan. Yollar üzerinde insanlar var birbirine sarılan, insanlar var henüz ayak izleri tanışabilmiş aynı sokağın çehresinde ve insanlar var yolları kesişmiş ve ayrılmış. İnsanlar var kimisinin ayak izinden dahi kaçan ve çok uzaklara dahi uzak kalmayı dilemiş. Bu yollar ne hüzünlere tanık olmuşlardır. Kimleri etmiştir evinden ve dökmüştür soğuk bir merdivenin yamacına. Ne kadınlar tanımıştır sabaha karşı ve ne kadınlar taşımıştır baba evine gecenin bir yarısı. Bu yollar ki ağlak, makyajı akmış, dünyaya lanet etmiş, adalete küfretmiş, her şeyi boşvermiş bir kadındır. Seni basar bağrına, şefkatlidir kolları ama sevemez, sevmeyi bilmez, çünkü hiç kimse sevmemiştir onu. Hüzün işlemiştir taşlarına, çünkü onun şahit olduklarına kimse şahit olmamıştır. İstese de unutamaz, işte bu yüzden istese de gülemez.

Sokaklar arasında yürümek ve insanları izlemekten haz alır olmuştum. Asık suratlar arasında tebessüm kovalamaktan yorulsam da kahkahasını bir an olsun frenlemeden ve nasıl göründüğüne dair endişe duymadan gülen insanlar da görüyordum. Mutlu olmanın bir yolunu bulabiliyordum hala kendimce. Sekiz yaşlarında bacaklarıma dolanan bir kızdan peçete alıyor, bir sokak sanatçının keman kılıfına para sıkıştırıyor, eve varmadan haşlanmış süt mısır alıyordum Havva teyzeden. Gülümsemesi de bedava! Yaşamın sesine kulak vermek bana iyi gelmişti. Yavaş yavaş toparlanıyordum.

*Yine de özlüyordum elimde değildi.

14 Temmuz 2013 Pazar

Dün, Bugün, Yarın

Bir ev tüter gözünde seyyahın şafak vakti,
Bir avuç toprak düşler derya ufukta,
Susam kokar sokaklar martıya ve evler ufalır,
Bir gün kalır her gün biner omzuna ağır ağır.

Bir söz kalır hatırda derde salar sefayı,
Bir göz kalır gözde köz eder elayı,
Bir hatır gönül davasına dert edersen devayı,
Bir dün kalır her gün yağar kahır kahır.

Bugün ne koyarsan dünün üzerine,
Yarın onu yaşarsın.
Amma bugün silersen dünü,
Yarın hayata yeniden başlarsın.

Ya Sussam

Bırak birkaç satırı,
Kütüphanelere sığacak dert değil.
Üç beş dubleyle hafifleyecek yük değil.
Bilir misin bu mesele içinden çıkılacak iş değil.
Anlatsam anlarsın, anlarsın elbet de
Ya sussam, sussam anlar mısın?

Bilir misin bitecek güzün kucağında yaz,
Hem de hiç geç değil.
Kapkara boyanacak günün avucunda güneş.
Özleyeceksin ayaz altında beklemeyi.
Gözünde tütecek sevmeden sevilmek.

Ağlayacak saçağın altında kapı dışı edilmiş bir kadın,
Salkım saçak akacak makyajı gözlerinden.
Bir adam yine darmadağın serilecek sedire.
Bir adam yine hiç akıllanmayacak.
Bir adam henüz yeni adam olacak.
Kimisi bir ömür adam sanacak kendisini.

Özleyeceksin kalabalıklarda kaybolmayı.
Tanımadığın insanlara beş dakikada hayatını anlatmayı.
Nefret ettiğin insanlara dahi sarılmayı.
Ufak tefek şeylere alınganlık yapıp darılmayı.
ve kimi zaman gönül çalmayı, kimi zaman gönül almayı.

Her kapıyı çalacak, her kapıdan kovulacak.
Bacadan duman olup akacak.
Pencereden rüzgar olup girecek.
Bir karıncanın sırtında kapı eşiğinden süzülecek.
Kural işleyecek, kaçan kovalanacak.
Bu kovalamaca bitmeyecek ve bu bilmece hiç çözülemeyecek.
Anlatsam anlarsın elbet,
Ya sussam?

2 Temmuz 2013 Salı

13' Haziran

Tüm bu yaşananlar sonunda acı bir şekilde öğrendiğim şey, seni hayalimdeki kadına benzettiğim ve benzer olmayan kısımları göz ardı ettiğimdir. Belki de beni bu noktaya getiren ona bir vücut kazandırma ısrarımdır bilemiyorum ama sıradan olmadığı kesindi. Kendime zorlama duygular yasatamamıştım çünkü hiç, tamamen olması gerektiği gibiydi kendimce.

Nihayetinde bir yabancı artık, hatta fark edemediğim bir şekilde hep yabancı imiş henüz öğreniyorum. Samimiyetine inancım yok diyemem, çünkü insanın giremeyeceği kılık, düşemeyeceği durum, söyleyemeyeceği söz ve yokluğuna kayıtsız kalamayacağı insan yoktur ne de olsa. Kaybeden tarafta mıyım yoksa kazanan mı bilmiyordum. Yine de güzel bir hayaldi. O olmasını dilerdim elbet, çünkü onu bulamadan ölebileceğim gerçeği beni çok korkutuyor.

Hayaller gerçekleştirildiklerinde mi yoksa hiç gerçekleşemeyeceklerinde mi daha değerli olurlar? Hiç düşünmedim. Ölesiye arzuladım sadece. Kendisine bu denli benzettiğim ilk kadındı -umarım son olmaz- gittim tabi yanına pardon bakar mısınız dedim. Çok benziyordu ama emin olmam gerekti. Seslendim duymadı, tekrar denedim, yok. O olsa bakmaz mıydı, duymasa da hisseder dönüp bir bakardı değil mi? Değilmiş demek ki, yolun sonuna kadar izledim arkasından. Gittikçe küçüldü ve gözden kayboldu. Küçük bir çocuk gibi bozulmuştum ve göz yaşımı tutabilecek kadar büyüktüm ne yazık ki...


*Ağlamayı özlüyorum bazen.

30 Mayıs 2013 Perşembe

Bir şeyler yapmalı, fazla vakit yok. Dağıtmalı bu havayı ve azad etmeli içimize dolan bu endişeyi. Huzursuzsunuz biliyorum ve benim gidişimle geçmeyeceğini de. O halde ya öylece izlemeli bu sessizliği, ya gidip unutmalı ya da kalıp didinmeli karanlığın içine bir renk sıkıştırmak için. Karşıma bakıyorum, başımı hareket etmeden görebiliyorum manzarayı. Düşünülenlerin hiçbiri düşündürenlere değmez belki ama, belli ki bu bedel ödenmediği sürece kötürüm kalacak sohbetimiz. Şanslıyız ki yalnızlık için de bir cephe açmıyoruz.

Etrafımızda gülenler bile var. Kim bilir birkaçı bizim beceremediğimizi becermiştir ve bir kamufle aracı olarak sömürüyordur tebessümü. Zaman ilerliyor, her dakika biraz daha büyüyor masa ve birbirinden daha uzağa gidiyor masanın uçları ve uçlarındaki insanlar. Bir çağrı yapmalıydı, öyle bir çağrı yapmalıydı ki şuursuzca akan bu zaman şöyle bir dönüp bakmalıydı arkasına. İlgisini çekebilmeliydik. Böyle vurdumduymaz, bizden bağımsız hareket etmemeliydi. Biz tüm hayatımızı üzerine kurgularken, bizden bu denli bihaber olamazdı, olmamalıydı.

Kimse çabalamıyor. Kimse kimsenin umrunda değil. Ya da umrunda olmaması gereken şeylere kafayı fazla takıyorlar. Ya da asıl umrumuzda olmaması gereken şey içinde bulunduğumuz durum. Gereğinden fazla önemsiyoruz belki de. İçimizde bulunduğumuz durumu gereğinden fazla önemsiyorsak, önemsenmesi gereken neydi ki? Yarın sabahki kahvaltıyı mı düşünecektik? Ya da yarın geceyi bir telafi imkanı olarak mı görecektik? İçinde bulunduğum yer, zaman, insanlar, ben hep önemsemiştim. Gereğinden fazla değil, olması gerektiği kadar. En azından benim için.

Belki de durum sandığım kadar vahim değildir, kim bilir belki masadaki tek mutsuz adam benimdir. Belki de masadaki en mutlu adamımdır. Belki de yan masadaki kadın bana bakıyordur. Belki arkamı dönsem tüm odağım değişecektir. Bir çay söylesem, tam o an biri de benimle gelse, masada kalanlar kendi aralarında bir şeyler konuşacaktır. Biz dönerken bir arkadaşa denk geleceğizdir. Döndüğümüzde biri gülümsüyor olacaktır. Ben çayı dökeceğimdir, daha da huzursuz olurken birisi buna bakarak gülümseyecektir.

Hala karşıma baktığımı farkettim, masa düşündüğümden çok daha küçüktü. Boş bir çay bardağı vardı ve hiç sandalye yoktu. Başka masa da yoktu. Kimse de gülmüyordu. Karanlık da değildi. Güneş gözümü alıyordu. Gözlerimi kapamak zorunda bırakıyordu. İyice mayışıyorum. Bir şarkı mırıldanıyorum kafamın içinde. Çok güzel bir şarkı, beni çalıyor, beni söylüyor. Eşlik ediyorum, inanılmaz mutluyum. Şarkı hiç bitmesin istiyorum, bitiyor.


27 Mayıs 2013 Pazartesi

Ah Yar

Bırakma boynunu bükük şarkıların
Bir hüzünlü keman soloları kaldı çağlayan
Kırıldı kalemim,
Bir mürekkebim kaldı ağlayan
Saçıldı boydan boya sayfalara,
Dizelerim hep yarım kaldı,
Sözlerim tutsak dudaklarımda.
Sen söyle, sen anlat,
Onlar da seni anlatıyorlar ne de olsa.
Senin ağzından konuştur seni anlatan beni.
Canlandır ağzımdaki ölümlü seni.

Kapatma pencereleri rüzgarın suratına.
Rüzgarı da al altına ve bul sende kaybolmuş beni.
Birlikte dökelim ağaçların yapraklarını.
Sonbaharı getirelim el ele,
Bu son sonbaharımız olsun seninle.
Küselim sarıya, ne de olsa sarı sevmez bizi.
Olsun biz yine de sevelim onu.
Özlettik kendimizi çimenlere,
Bak yeşile nasıl da gözü arkada ve yaşlı.
Bu son sonbaharımız olsun,
Hele bir ver elini,
Bitmeyecek bir bahara açalım seninle,
Çiçeklerin arasında yaşayalım.
Kuşların şarkılarına eşlik edelim.
Ömrümüzden ömür verelim kelebeklere.
Su olup akalım vadilere.
Yağmur olup yağalım tarlalara.
Bereket olsun bizim adımız.
Bir domatese can verelim, bir bibere.
Karnı burnunda bir kadın tanıyalım fidanların arasında.
Sırtında bebeği, aklında akşama yapacağı yemeği.
Yemeğin üzerine çay olalım duman duman.
Evin neşesi olalım.
Bebeğin zırlaması olalım,
Uyandıralım ahaliyi, biz uyuyalım.
Öyle bir uyuyalım ki kıskansın toprak ve altındakiler.
Öyle bir uyanalım ki kıskansın bahar.

Ah yar, beni nasıl tam ediyorsun yar.
Yolları bana nasıl dar ediyorsun yar.
Beni nasıl yoktan var ediyorsun yar.
Beni içinde nasıl yok ediyorsun yar.
Gözümü nasıl kör ediyorsun ah yar.
Sözümü nasıl bal ediyorsun yar.
Beni nasıl biz ediyorsun yar.
Ah yar...








20 Mayıs 2013 Pazartesi

Belki


Saklarsın diye ummuştum küçük sırrımızı.
Ben öyle sakladım ve saklayacağım ki,
İhtiyarladığımda unuturum bile belki.
Belki seni görsem tanıyamam.
Bakarsın karşılaşırız,
Torunlarımızı gezdirirken aynı parkta.
Sen yine ilk gördüğüm günkü kadar güzel,
Ben belki elimde baston,
Ufaklığa yetişemez tökezlerim.
Seni görsem bir anda delikanlı oluveririm.
Göbeğimi içime çeker,
Saçlarımı düzeltir, dik yürümeye çalışırım.
Sen belki görmezsin bile beni.
Kim bilir belki de göremezsin...

Bazen özlüyorum doğmamış kızımızı.
Rüyalarımda senin gözlerinle gülümsüyor bana.
Birden büyüyüveriyor.
Boynuma sarılıyor aynı senin gibi saçları.
Bazen özlüyorum içinde hiç oturamadığımız,
Ormanın içinde ateşböceği gibi ahşap evimizi.
Toprak kokusu doluyor burun deliklerime.
Kokun doluyor, sen doluyorsun.

Yine yalnız bir sokakta yürüyorum bir gün.
Elimde şemsiye, dilimde türkün.
Bir haber geliyor batıdan,
Ben ağlıyorum.
Gökyüzü ağlıyor.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Trenler


Durdurun böyle hızlı giden trenleri,
O demir yığınları ne hain kölelerdir.
O lokomotifler ayrılığın çırakları,
Görsen onlar ne telaşla kovalar birbirini.
Susturun hasretin borazanlarını,
Müjdeler çalın kulaklara.
Kavuşma nidalarıyla inlesin garlar.
Ayak sesleriyle sarsılsın yerler.
Çakıl taşlarıyla değil.

Kesin önünü böyle hızlı giden trenlerin,
Kaldırın tüm seferleri.
Gönderin seferileri evlerine,
Ayırın birbirine sımsıkı sarılmış rayları,
Ateşe verin tüm koltukları.
Egzoz yerini boğan dumana bıraksın,
Gündüz geceye bürünsün,
Kapkara kaplansın kompartımanlar.

Trenler ki ne hain kölelerdir,
O lokomotifler ayrılığın çırakları.
Ey güneş öyle bir köpür ki,
Erisin bu demirden yollar.
Kimse ayrılmasın memleketinden,
Ayrılamasın.
Bırakmasın titrek elleri boş.
Gözü arkada kalanların yaşını dindirin.
Demir gibi dövmeyin artık,
Demir yığınlarının ararasında kalmış yalnız yürekleri.

12 Mayıs 2013 Pazar

Anne değil mi?


Annem ben küçükken,
insanlar dünyaya yarım gönderilirler,
Eşlerini bulup tam olabilmek için derdi.
Derdi ki; bir gün gelecek,
Her şeyi iki kişilik düşüneceksin,
Sonra üç, dört belki beş kim bilir.

O gün bir kadın düşledim,
ve o gündür içimde bir boşlukla yaşıyorum.
O boşlukla seviyor,
O boşlukla konuşuyor,
O boşlukla susuyordum.
İçim içime sığmıyor hala,
Dünyanın en dolu boşluğudur o.

Annem o boşluğu doldurmak için acele etme,
Sen ne yaparsan yap,
O dolacağı zamana kadar bekleyecek derdi.
Onu öyle sev,
Çünkü bir gün gelecek.
Öyle dolup taşacaksın ki,
Boşluk nedir unutacaksın.
Kim bilir belki özlersin bile onu.
Özlediğini sanırdım gülümsemesinden.

Annem derdi ki;
Haketmek için önce iyi bir adam olman gerek.
Ne kadar çok kalp kırarsan,
O kadar mutsuz olursun.
“İyi bir adam olmak”
“Kalp kırmak”
Annemin ağzından çıkan her söz,
Aklanıp paklanıp öyle varıyordu kulaklara.

Bazen gün hiç bitmeyecek sanırsın,
Öyle bir bunalır ki insan,
Öyle bir düğümlenir ki,
Ne ile gülümser bilemez.
Ben biliyorum,
Annemin kucağında düşlüyorum kendimi,
Saçlarımla oynuyor.
Masal anlatıyor bana,
Herkesin mutlu olduğu masallar,
Öyle güzel anlatıyor ki,
Dünyaya dönmeye korkuyorsun gittiğin yerden.

Hala yanımda, benimle,
Ne şanslıyım Tanrım ne şanslıyım!
Boşluğumla şanslıyım,
O da dolacak bir gün.
Dolacak mı?
Sen daha iyi biliyorsun tabi.
Sevecek mi? Sevecek değil mi?
Sevecek, sevecek...
Biliyorum, biliyorum,
Söylemeye çekiniyorsun,ama ben biliyorum.
Hiç bir kadın beni annem kadar sevemeyecek.
Olsun oğlumuzu sever o da ya da kızımızı,
Anne değil mi?
Beni onlar kadar sevecek hali yok ya!
Olsun,
Ben bir ömür onları kıskanmaya
Canı gönülden razıyım.

26 Nisan 2013 Cuma


Bazen konuşmak istersin,
Birilerine anlatmak.
"O"na anlatmak.
Anlatırken seni yargılayacağından korkmadan,
Düzenli aralıklarla tepkilerini yoklamadan.
Seni dinlerken anlamaya çalışsın istersin.
Anlattıklarını saçma bulsun,
Gülsün, hiç farketmez ama içten,
İlgisini çekmesine bile gerek yok.
ama dinlesin, anlamaya çalışsın.

Öyle sahte gülüşleri vardır ki onun,
Hakaret etse o kadar incitmez.
Gözler hep utangaçlıktan kaçmaz,
bazen kovalanmak ister.
Bazı sözlerim olur onikiden vurma gayesiyle,
Kendimden emin,
yine de bir nebze titrek dudaklarımdan dökülen.
Sözlerim vardır hedefe varmadan tükenmiş,
Sözlerin vardır insanı yaralayan,
Sözlerin vardır gülmeyi haram kılan.
ama hiçbiri yerini tutamaz sessizliğinin.
Tepki vermeye kaydadeğer görülmeyişimin.
Yerini alamaz, samimiyetsiz bir tesellinin
ya da gelişigüzel bir ünleminin.

En iyisi susmak benim için,
ve susmak senin için.
Sen beni susturmadan,
hiç konuşmamak gerekti en baştan.
Gerek yoktu böyle gürültülü sevmeye.
Ne diye şişirdim başını otobüs duraklarının.

Susturulmak kovulmaktır sevgilim,
Ben ise senden istifa ediyorum şimdi.
Gidiyorum bir akşamüstü kızıllığı izlemeye.
Bir başıma, dik başımla
Boynumda tadın, gözümde yaşımla
Sırtımda izin, göğsümde ağırlığınla
Gidiyorum susturulmuş yollar üzerinden,
Küsmüş bir baharı dinlemeye.