26 Eylül 2012 Çarşamba


Sessizliği bozan kurbağa sesleri ve yudumlama tınılarıyla doyasıya rekabet içindeki kalp atışlarım aynı ismi sayıklıyordu, gecenin koynundan kaçış naralarıyla çaresiz çırpınışlar icra ederken ve ben uzaklara dikilmiş gözlerime söz geçirmekte zorlanırken. Uzaklar, lanet olası uzaklar… Niye bu kadar uzaklar?

Göz bebeklerimden yansıyan ışınlar onlara dur diyecek bir varlığın özlemiyle delicesine koşarken arkalarından anlamsız bakışlar fırlatmaya devam ediyordum. Yollarına çıkacak olası bir hayal kırıklığı sermayesi dileniyordum varlığından şüphe duyduğum ismini dahi koyamadığım varlık ya da yokluğa.

Uzanmak istiyordum çimlerin ağlak ve yağmurdan eser kalmış dokunuşlarına, boşta kalmış yalnız elimin üşümesine son vermek istiyor ve şarap şişesiyle sevişen diğer elimin nispet dolu şaha kalkışlarını gizlemek istiyordum ondan. Ayakkabılarım ayak tabanımdan topuklarıma doğru süzülen rahatsız edici darbeler vuruyordu. Aldırış etmiyordum.

Kurbağalar bu güzel tabloyu bozmanın vicdan azabını duydukları periodlarda, şarabın yemek borumdan geçişi sırasında oluşan ezgilere yer veriyordum. Azaldıkça, şişe boşaldıkça dolan midem yalnız değildi. Beynimde düşünceler taşmak özlemiyle yanıp tutuşurcasına akıyordu sırtımdan. Kuyruksokumuma kadar dayanıyor ve içimi ürpertiyordu serin esen rüzgârla ortaklığını sürdürerek.

Şimdi nerde? Kimle? Eski ve içli bir türkü gibi benim kadar güzel var mı ismini mırıldanan? Gözlerinde alev var mı sen diye parıldayan? Yoksa yalnız mısın? Özlüyor musun beni? Ya da ismimi çağrıştıran bir şarkı, beni hatırlatan bir anı dahi yok mu güncelinde? Öyle ya da böyle, ne fark eder ki? Yanımda değilsen nerde, kimle, hangi hayalin düşünde olduğun ne fark eder ki? Eder! Etmez… Yanımda değilsen, hiçbir şeyin ederi yoktur.

25 Eylül 2012 Salı


Gözünde büyüyen işleri, gönlünde küçülen insanlara yaptırmaktan tarifi güç bir haz alıyordu. Bunu yaparken kaşlarını kaldırıyor, gözbebekleri küçülüyor, alın çizgileri el sallıyor, kol sallıyor, varlıklarını ispat derdine düşüyordu. Yanakları en taze nara taş çıkarak cinsten parlıyor ve dudakları olabildiğine masum ve kırılgan bir rol kesiyordu ince rüzgarın derin dokunuşlarında.

Onu hoş görenleri alabildiğine hor görüyordu, sivri çenesi ve usta mimikleri tiyatro sahnesini bile solduracak düzeyde alımlı ve alkışlanamayacak kadar insanı kas katı kesiyor ve hiç açılamamak üzere kilitliyordu.

Tek farkedenin ben olduğuma bahse girebilirim. İnsanlar onu hayranlıkla dinliyor, sözlerinin her vuruşunda ahenkle kafalarını sallıyorlar ve bir diğer gamı büyük bir heyecanla süzüyorlardı. Sevimliydi ve kimsenin göremediklerini göremeyeceklerinin gölgesinde ısıtıp, muazzam bir sihirbaz gibi atıyordu gözlerinin önüne. Kimse ipi göremiyordu, görmek istemiyordu.

Bana itiraf etmek istediği şeyler vardı, büyük bir heyecanla yanına gitti. İki kahve aldı geldi, yine her zamanki gibi nazikçe "Çay mı içerdin?" diye sordu. Başımı farketmez manasında eğdim ve dinlemeye başladım. Rüzgarda soğumuş dudaklarını kahvenin köpüğü ile ıslattı ve devam etti.
"Bazen insanların asıl beni gördüğüne dair rahatsız bir hissiyata kapılıyorum. Sanki farkındaymışlar da bana acıyıp da belli etmiyorlarmış gibi bir halleri var. Ağızları açık beni dinlerlerken, birden umursamazlığın dibine düşüyor gibiyim. Söylediklerim..." Bir an sustu, bir yudum daha aldı. Rüzgar gittikçe hızını arttırarak, yağmuru müjdeliyordu. Hava iyice kapandı, bulutlar yerini aldı. Devam etti. "Söylediklerim, güzel ama insana bir şey katmayan bir film gibi. Herkes evine dağıldıktan sonra biliyorum ki beni unutuyorlar. Kimse söylediklerimi o akşam yatmadan düşünmüyor, o kadar karışık ve zaman zaman karşıt düşünceleri besliyorum ki üslubumda birinin de gelip, sen böyle dedin de ben düşündüm aslında şöyle şöyle, dememiş olmasında bir gariplik yok mu sence de?"

Hırkamın düğmelerini düğmeledim. Kahvemi dudaklarıma götürdüm, ama içmedim bir an olsun ısınmak istemiştim. Ya da sözcüklerimin soğuk çıkabilme ihtimalinden korkmuştum. Bardağı masanın üzerine koydum, az kalsın düşürüyordum. Köşesine koymama ramak kala ortaladım. "İnsanların seni anlamadığını mı düşünüyorsun?" dedim kısık ve çekingen bir ses tonuyla.

"Bilmiyorum. Duyup dinlememek, dinleyip anlamamak, anlayıp düşünmemek. İnan hangisi daha kötü bilmiyorum. Bildiğim tek şey, dikkate alınmadığımdır. Ya da bunun şüphesi, izi ona ait herhangii bir zerresi bile kafamı kurcalamaya yetiyor da artıyor bile."

Yanağında bir ıslaklık sezdim. Yağmur yavaş yavaş geliyorum diyordu. Gitmeliydim, ona söyleyecek bir şeylerim olmalıydı. Bunun üzerine düşünmeliydim. Bir arkadaşıma sözüm olduğu yalanını söyledim ve oradan uzaklaştım, yarın için anlaşmıştık. 
Ona söyleyecek bir şeylerim olmalıydı, çok nadir dinlerdi, ona dinletecek bir şeyler söylemeliydim. Bu konu hakkında düşünmeliydim. Yatağıma uzandığımda her şey kafamda benden habersiz belirmeye çoktan başlamıştı bile. Gözlerimi kapattım ve sadece akışını izledim. Karşı koyamıyordur, kontrol benden çıkmıştı. Birisi beynimin içinden bir şeyler oynatıyor ve zorla bana izletiyor gibiydi.
Bir daha onu hiç görmedim, şu an nerdeyim hiçbir fikrim yok. Beni bekliyor mudur? Niye beklesin ki, gelmeyeceğimi biliyor. Kimsenin adına endişelenmemesi güzel ama bir o kadar da yaralayıcı. Neyse ki hissetmiyorum. Şanslıyım bile diyebilirim.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Benliği Tanıma ve Saygı


İnsana en çok zaman kaybettiren kuşkusuz kişilik çatışmalarıdır. Kendimizi tam anlamıyla tanımamız ve o kişiliğe saygı göstermeye başlamamız uzun zaman alıyor ne yazık ki, kimisi içinse bir ömür yetmiyor bunun farkına varmaya.  Lanet olası zaman kısıtı olmasaydı bu sorunlar yaşanmayabilirdi, lakin kısıtlı kaynakların kullanımının yüzyıllardır kafa yorulan başlı başına bir sorunsal olduğu göz önünde bulundurulursa, kişi için en kıymetli varlığın, hayatın nasıl kullanılacağı oldukça hassas ve meşakkatli bir konu haline geliyor.
Şimdi herkes aynaya baksın ve önce kim olduğunu öğrensin, öğrenip de unutanlar hatırlasın, yeni kimliğine adapte olanlar iki boyutlu bir kareden üç boyutlu bir cisim çıkartabilme çabasındaymışçasına ışığı delip geçen bakışlarla süzsün yüzündeki maskenin altındaki asıl çehreyi.

Önce kendini sevmeli insan. Kendini sevmeyen insan başkasına gerçek bir sevgi duyamaz. İnsan tanımadığı birini de tam anlamıyla sevemez. O zaman ilk önce kendimizi tanıyacağız, onu değiştirmeye çalışmadan, beğenmediğimiz özelliklerimizi görmezden gelmeden,  onlarla yüzleşerek ama yok olmalarına izin vermeden, önce tanımalı onları, derinine inmeli, bağrına basmalı sorgulamadan.

Daha sağlam adımlar atabilmek için değil bu çaba, ya da doğruya yaklaşmak için değil. Attığın adımların arkasında durabilmek, sahteliği kovabilmek, doğrunu belirleyebilmektir asıl olan. Daha fazla “Kimim ben?” “Burada ne işim var?” diye sormamak için şimdi koşun ve aynaya bakın. Sabah uyandığınızda, sizde sizden başka ne varsa kovulmuş olsun, ruhunuzda, bedeninizde.