21 Kasım 2012 Çarşamba

Bencillik & Diğerkâmlık


Diğerkâmlık, egoizme karşıt bir düşünce tarzıdır. Başkalarının yararını kendi yararıyla eş biçimde gözetme manasına gelir. Bencilliğin ne olduğunu hepimiz biliyoruz ve iyi bir karakter yapısında yer vermiyoruz ona. Peki ya diğerkâmlık? Önce bu kavramın kesinlikle "kendi çıkarlarını bir kenara bırakıp yalnızca başkalarının çıkarlarını gözetme" manasına gelmediğini vurgulamakta fayda var. Yine de, bu düşünce yapısı ne kadar uygulanabilir ve bu uygulanabilirlik toplumsal ve bireysel açıdan ne denli mantıklı bir kalıptır tartışılır.


Diğerkâmlık düşüncesi bende oldukça belirgin gözlenebilir bir düşünceydi. Hatta bencil insanlardan o kadar haz almıyordum ki, karşımdaki insanların öyle olduğumu düşünmemeleri için kimi zaman zor duruma düşürmekten alıkoyamadığım zamanlar olmuştur kendimi. Sonra düşündüm de, neden karşımdakini memnun etmek adına kendi memnuniyetsizliğimi gizleyeyim ki?  Sizce de çok saçma değil mi?


Sonra dedim ki kendime, bazen başkasının mutluluğu daha önemlidir bizim için. Ben mutsuz olsam da onun mutluluğuyla yetinebilirim. Ya da o mutsuz olacağına ben mutlu olurum, daha iyi. Ya da onun dökeceği gözyaşını seve seve üstlenirim. Bu düşünce yapısı ne kadar doğrudur, hiç düşündünüz mü?


Altını çizmekte fayda görüyorum. "Başkalarının yararını kendi yararıyla eş biçimde gözetmek". Bahsettiğim durum bunu sağlamıyor değil mi? İnsan her ne kadar inkâr etse de onun için temelde hayat "Kendi ve diğerleri" olmak üzere iki kısma ayrılır.  Bu diğerlerinin içine ailesi, arkadaşları, saygı duyduğu insanlar girebilir, ama matematiksel olarak da bunların tamamına eş biçimde çıkar gözetmek mümkün değildir. Bu durumda "diğerleri" kısmına düşen pay çok daha fazladır ki biz bu eş değer çıkar gözettiğimiz insanları kendimiz kadar değerleri görerek onların boşluklarını hesaba katmıyoruz. Bir diğer deyişle "Ona değmezmiş." "Onun için yaptıklarımı hak etmiyormuş." kısmını saymıyorum bile.


Velhasıl kelam, bu zıt iki kutbun bir ortası var ise ideal nokta o aralıktadır (hangi kutba yakın olduğu tartışılır), ve o nokta -her ne kadar kabullenmek istemesek de-bencillik tarafından da kapsanmaktadır. Zamanın sizi "Kendi ideal noktanıza" yaklaştırması dileğiyle...

Melankoli


Günümüzde pek çok insanda gözlemleyebileceğimiz, hatta pek çoklarına da sempatik gelen bu ruh hali aslında görüldüğü kadar da çekici bir durum değildir. Melankoli bir tercihten ziyade psikolojik bir durumdur. Melankoli depresyon eğilimi göstermektir, hem de sebepsiz yere. Düşünebiliyor musunuz, ortada hiçbir neden yokken, bir anda mutsuz olma, bir köşeye çekilip hüzünlenme ve kaynağı belirsiz bir isteksizlik eğilimi duyar kişi. Yaşama enerjisini yitirmiş gibidir, hüzünlenmek için bazen anılar bazen de gelecek kaygıları yeterlidir.

Ne kadar da tehlikeli bir hastalıktır melankoli. Seni hayata bağlayan her şey bir anda bomboş gelebilir. Yapmaktan zevk aldığınız şeyler eskisi kadar çekici gelmeyebilir ve o an sizi eğlendirebilecek her şeye karşı büyük bir direnç gösterirsiniz. Bir nevi tedaviyi de reddeden bu durum içinde bulunan kişiyi olduğu kadar çevresindekileri de olumsuz yönde etkiler. Her ne kadar bulaşıcı olmasa da, dolaylı yoldan havayı kurutur.

Melankoli insanı mutlu olmaktan alıkoyar. Mutsuzum ama bir sebebi yok dersiniz de sonra halt yemiş bir şair karşılık verir, mutsuz olmak için değil mutlu olmak için bir sebebe ihtiyaç duyulur. Ben bu söze kökünden karşı çıkıyor ve hiç de samimi bulmuyorum. Mutlu olmak için sebep bulamıyorsanız, yaşamıyorsunuz demektir bana göre ve işte bu yüzden sebepsiz yere mutsuzluk, hüzün, kaygı ve isteksizlik eğilimi bir deyişle melankoli insanın başına gelebilecek en kötü şeylerdendir.

Bu hayat bir şeylerin eksikliğini hissetmek, hüzünlenmek, şikâyet etmek, somurtmak ve isteksizlik duyarak bir şeylerin gayretinden kaçınmak için yeterince uzun.  Melankolinin benliğimizden bağımsız olduğunu varsayarsak (ki ben bu duruma da katılmıyorum), bu insanlara ÇOK YAŞA! demeliyim sanırım. Elbette yapacak bir şey olmalı, oldurulmalı, ama istemeli önce, tutkuyla istemeli…

Elinden gelen bir şeyler varken yapmayanlara ise siz siz olun, az yaşayın güzel yaşayın diyorum. Unuttunuz mu zaman mutsuzken eziyet vericidir. Zamanla derdi olanın vay haline!

16 Kasım 2012 Cuma

Işığın Karanlıığında Bir Gölge


Işık dediğin,
göstermez suretini gölgeye.
Işığı sevme görevi aradaki cisme bırakılmıştır.
Ya özlemin sevgiyi besleyişinden
Ya da aksinin korkusundan,
Korkuyla sevdirir, kim bilir


Işığı görmek,
Işığı görmeyi arzulamak kadar
Keskinleşemedi hiçbir vakit.
Gölge bilemedi,
Bilinmeyen sevilmez, bilinmeyenden korkulur.
Ki sevgi son şeydir,
 
Korkudan türeyebilecek


Kazancın en lezzetli yolu,
Kaybedeceğini kabullendirebilmek idi.
ve savaş kazanandan da götürürdü
ve en aptalca savaş
ışığın gölgesinde,
ışık uruna verilen savaştı.




Sonsuz sayıda cisim, sonsuz sayıda gölge
ve tüm ışıkların üzerinde hepsinin kaynağı
var eden ve yaşatan tek bir sonsuz ışık
Daha fazlası değil,
Işığın tapıldığı yerler alabildiğine karanlık
Sonsuz ışığın altında,
Zevale yüz tutan elçiler
ve uçsuz bucaksız bir karanlık


Karanlık ne acizdir bir bilse,
Kendi parıltısını yok edecek kadar.
Ah bir bilse,
Aydınlık yok, fazlası yok, azı yok.
Hiç olmadı ve olmayacak.
Sürüklenirken hayatın akıntısında,
Her şey daha az ve daha çok, karanlık olacak.

28 Ekim 2012 Pazar

Biraz Çaresizlik Biraz Cesaret


Cesaret her zaman göründüğü kadar keskin bir his değildir dedi Menelaos, bazı cesaretler vardır ki içlerinde çok büyük çaresizliklerin çıkmaz sokakları gizlidir. Ne yazık ki birçokları uçurumun eşiğine vardıklarında çıkar bir yol bulurlar, işte o vakit cesaretin kalbi delinir. Yeterince çaresiz değilsen ve yeterince nasibini almamışsan hayal kırıklıklarından, onursuzca nefes almayı yeğlersin rüzgârı altına alıp sonsuz mutluluğa varmaya.

Menelaos seslendi: “Helene! Seninle zamana katlanmak, diğer tüm insanlar gibi bize sadece kötülük etmiş vücudumuzu doyurmak, onun gönlünü etmek istemiyorum artık. Ayrı bedenlerde, farklı gözlerle görmek istemiyorum. Göğüs kafesimi zorlayan bu ışık, düşlerimde sensiz canlanan her resme duyduğum nefret, her defasında “vicdan” adı altında çektiğim dayanılmaz azaplarımın sebebi sana olan bu merhametim, hepsi bir ağızdan can çekişiyorlar, bilmiyorsun.”

Buralardan gitmeliyiz ama ayaklarımızla değil, öyle endişeli ve meraklı gözlerle süzdüğün gibi kalmalı dünya arkamızdan. Sonlu mutluluklar sonsuz aşkımızı gölgeliyor Helene, görmüyor musun? Bu toprak, ektiğimiz tohum, biten ağaç ve verdiği meyveler. Bizim varlığımız bunlardan ibaret olmamalı, şimdi gideceğiz. Gideceğimiz yerde hava ne sıcak ne de soğuk olacak, cesarete çelikten bir kaftan giydireceğiz ve geçireceğiz üzerimize. Çaresizliğin en dibinde olacağız. Her sokak sana, bana çıkacak. Gideceğimiz yerde küçük, tatlı cesur göller olacak. Sadece bize ait. Şimdi sadece biraz çaresizlik, biraz cesaret, ver elini.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Geleceğim


Geleceğim sevdiceğim
Dalga dalga geleceğim gecenin bir yarısı
Koşarkulaç geleceğim bereketimin darısı
Geleceğim benim küçük tatlı adam
Geleceğim hasretimle kavrulmadan

Sende kaybolmaya geleceğim kalbimin yarısı
Ettiğim her sözün, gittiğim her yolun hayırlısı
Salımı sandalımı yakıp geleceğim
Maziyi içimden atıp geleceğim
Geleceğim küçük tatlı madam

Geleceğim hatunumsun
Geçmişimin karanlığında alev alev mumumsun
Geleceğimde, seveceğimde,
Ne kadar sen kokulu çiçek, börtü böcek varsa
Hepsinin biriktiği balmumumsun

Geleceğim benim küçük tatlı adam
Dilinde tüy bitmeden, damında baykuş ötmeden
Geleceğim küçük tatlı madam
Bu savaş bittiği zaman
Elimdeki barut kokusu çıkmadan

Geleceğim badem, yaralarım sarılmadan,
Kanım pıhtılaşmadan, gövdem henüz çatlamadan
Henüz sarabilecekken gövdeni, kemiklerim kırılmadan
Ölmeden geleceğim buğdayım, unum, ekmeğim her şeyim
Tasalanma! sana gelmeden ölmeyeceğim.

8 Ekim 2012 Pazartesi


“Hayat sandığımız kadar kötü değil sanırım.” Tüm yaşanmışlıklardan sıyrılıp, Tolstoy’un dediği gibi binlerce yanan mum arasında parlaklığını hissettirerek bu sözleri dilimden düşüren neydi? O öyle bir güzellikti ki; gerçekliğine inanmakta zorlandığım, bugüne kadar yaşayan her şeyi grinin farklı tonlarıyla kolayca ifade edebilirken, onlarca rengin binlerce farklı birlikteliği ile elde edilemeyecek, henüz keşfedilmemiş, dolayısıyla yok sayılan, bir renk gibiydi. İsimsiz bir renk…


Hiçbir ustanın kaleminden dökülemeyecek güzellikte bir romanın, en saf, en temiz, en tutkulu köşesinden fırlayıp çıkan bir karakter gibiydi. Bir solukta okuyordum. Olup bitene aldırış etmeden, acaba nasıl görünüyorum diye düşünüp bir an kahkahasını frenlemeden gülümseyebiliyordu. Dünyanın en güzel burnu, dişleri, gülüşü, dudakları hepsi gözlerimin içine bakmak için bir araya gelmiş gibiydi. Kalbimi demir gibi dövüyor, hiç var olmamış gibi var olduğumu hissettiriyordu. Ya da terk edilmiş o ağacın kuru dallarından birinde hep beklemişsin de, su gelmiş, güneş gelmiş gibi. Bir anda olup düşüveriyorsun şefkatli bir ele.


 Yatağıma giderken kafamda hep aynı soru belirmeye başlamıştı. Rüyaya mı dalacağım, yoksa rüyadan mı uyanacağım? Siz hiç uyumaktan korktunuz mu?

6 Ekim 2012 Cumartesi


Uzandığım yatağa başkasının kokusu sinmişse
Benim kokum manasızdır diyemezsin
O koku var olmadan önce kokum var olmasa da
Gömleğinin yakasına o kokudan sinmiş diyemezsin

İnsana biçtiğim değere
Biçilmiş kaftanlar giydiremezsin
Aşkıma kılıf,
Benliğime sınıf biçemezsin.

Olsa da özümde bir yabancı bir tohum
O yabancının dilinden konuşuyor diyemezsin
Benim dilim döndüğünce
Beni inkâr edemezsin

Varsa sözümde sana göre bir yanlış
O yanlış özdedir, dilde diyemezsin
Baktıkça gördüğün başkasının yüzüyse
O yüze haram diyemezsin
O yüz yüzüne katlandığı sürece
Bendedir özün bilemezsin

26 Eylül 2012 Çarşamba


Sessizliği bozan kurbağa sesleri ve yudumlama tınılarıyla doyasıya rekabet içindeki kalp atışlarım aynı ismi sayıklıyordu, gecenin koynundan kaçış naralarıyla çaresiz çırpınışlar icra ederken ve ben uzaklara dikilmiş gözlerime söz geçirmekte zorlanırken. Uzaklar, lanet olası uzaklar… Niye bu kadar uzaklar?

Göz bebeklerimden yansıyan ışınlar onlara dur diyecek bir varlığın özlemiyle delicesine koşarken arkalarından anlamsız bakışlar fırlatmaya devam ediyordum. Yollarına çıkacak olası bir hayal kırıklığı sermayesi dileniyordum varlığından şüphe duyduğum ismini dahi koyamadığım varlık ya da yokluğa.

Uzanmak istiyordum çimlerin ağlak ve yağmurdan eser kalmış dokunuşlarına, boşta kalmış yalnız elimin üşümesine son vermek istiyor ve şarap şişesiyle sevişen diğer elimin nispet dolu şaha kalkışlarını gizlemek istiyordum ondan. Ayakkabılarım ayak tabanımdan topuklarıma doğru süzülen rahatsız edici darbeler vuruyordu. Aldırış etmiyordum.

Kurbağalar bu güzel tabloyu bozmanın vicdan azabını duydukları periodlarda, şarabın yemek borumdan geçişi sırasında oluşan ezgilere yer veriyordum. Azaldıkça, şişe boşaldıkça dolan midem yalnız değildi. Beynimde düşünceler taşmak özlemiyle yanıp tutuşurcasına akıyordu sırtımdan. Kuyruksokumuma kadar dayanıyor ve içimi ürpertiyordu serin esen rüzgârla ortaklığını sürdürerek.

Şimdi nerde? Kimle? Eski ve içli bir türkü gibi benim kadar güzel var mı ismini mırıldanan? Gözlerinde alev var mı sen diye parıldayan? Yoksa yalnız mısın? Özlüyor musun beni? Ya da ismimi çağrıştıran bir şarkı, beni hatırlatan bir anı dahi yok mu güncelinde? Öyle ya da böyle, ne fark eder ki? Yanımda değilsen nerde, kimle, hangi hayalin düşünde olduğun ne fark eder ki? Eder! Etmez… Yanımda değilsen, hiçbir şeyin ederi yoktur.

25 Eylül 2012 Salı


Gözünde büyüyen işleri, gönlünde küçülen insanlara yaptırmaktan tarifi güç bir haz alıyordu. Bunu yaparken kaşlarını kaldırıyor, gözbebekleri küçülüyor, alın çizgileri el sallıyor, kol sallıyor, varlıklarını ispat derdine düşüyordu. Yanakları en taze nara taş çıkarak cinsten parlıyor ve dudakları olabildiğine masum ve kırılgan bir rol kesiyordu ince rüzgarın derin dokunuşlarında.

Onu hoş görenleri alabildiğine hor görüyordu, sivri çenesi ve usta mimikleri tiyatro sahnesini bile solduracak düzeyde alımlı ve alkışlanamayacak kadar insanı kas katı kesiyor ve hiç açılamamak üzere kilitliyordu.

Tek farkedenin ben olduğuma bahse girebilirim. İnsanlar onu hayranlıkla dinliyor, sözlerinin her vuruşunda ahenkle kafalarını sallıyorlar ve bir diğer gamı büyük bir heyecanla süzüyorlardı. Sevimliydi ve kimsenin göremediklerini göremeyeceklerinin gölgesinde ısıtıp, muazzam bir sihirbaz gibi atıyordu gözlerinin önüne. Kimse ipi göremiyordu, görmek istemiyordu.

Bana itiraf etmek istediği şeyler vardı, büyük bir heyecanla yanına gitti. İki kahve aldı geldi, yine her zamanki gibi nazikçe "Çay mı içerdin?" diye sordu. Başımı farketmez manasında eğdim ve dinlemeye başladım. Rüzgarda soğumuş dudaklarını kahvenin köpüğü ile ıslattı ve devam etti.
"Bazen insanların asıl beni gördüğüne dair rahatsız bir hissiyata kapılıyorum. Sanki farkındaymışlar da bana acıyıp da belli etmiyorlarmış gibi bir halleri var. Ağızları açık beni dinlerlerken, birden umursamazlığın dibine düşüyor gibiyim. Söylediklerim..." Bir an sustu, bir yudum daha aldı. Rüzgar gittikçe hızını arttırarak, yağmuru müjdeliyordu. Hava iyice kapandı, bulutlar yerini aldı. Devam etti. "Söylediklerim, güzel ama insana bir şey katmayan bir film gibi. Herkes evine dağıldıktan sonra biliyorum ki beni unutuyorlar. Kimse söylediklerimi o akşam yatmadan düşünmüyor, o kadar karışık ve zaman zaman karşıt düşünceleri besliyorum ki üslubumda birinin de gelip, sen böyle dedin de ben düşündüm aslında şöyle şöyle, dememiş olmasında bir gariplik yok mu sence de?"

Hırkamın düğmelerini düğmeledim. Kahvemi dudaklarıma götürdüm, ama içmedim bir an olsun ısınmak istemiştim. Ya da sözcüklerimin soğuk çıkabilme ihtimalinden korkmuştum. Bardağı masanın üzerine koydum, az kalsın düşürüyordum. Köşesine koymama ramak kala ortaladım. "İnsanların seni anlamadığını mı düşünüyorsun?" dedim kısık ve çekingen bir ses tonuyla.

"Bilmiyorum. Duyup dinlememek, dinleyip anlamamak, anlayıp düşünmemek. İnan hangisi daha kötü bilmiyorum. Bildiğim tek şey, dikkate alınmadığımdır. Ya da bunun şüphesi, izi ona ait herhangii bir zerresi bile kafamı kurcalamaya yetiyor da artıyor bile."

Yanağında bir ıslaklık sezdim. Yağmur yavaş yavaş geliyorum diyordu. Gitmeliydim, ona söyleyecek bir şeylerim olmalıydı. Bunun üzerine düşünmeliydim. Bir arkadaşıma sözüm olduğu yalanını söyledim ve oradan uzaklaştım, yarın için anlaşmıştık. 
Ona söyleyecek bir şeylerim olmalıydı, çok nadir dinlerdi, ona dinletecek bir şeyler söylemeliydim. Bu konu hakkında düşünmeliydim. Yatağıma uzandığımda her şey kafamda benden habersiz belirmeye çoktan başlamıştı bile. Gözlerimi kapattım ve sadece akışını izledim. Karşı koyamıyordur, kontrol benden çıkmıştı. Birisi beynimin içinden bir şeyler oynatıyor ve zorla bana izletiyor gibiydi.
Bir daha onu hiç görmedim, şu an nerdeyim hiçbir fikrim yok. Beni bekliyor mudur? Niye beklesin ki, gelmeyeceğimi biliyor. Kimsenin adına endişelenmemesi güzel ama bir o kadar da yaralayıcı. Neyse ki hissetmiyorum. Şanslıyım bile diyebilirim.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Benliği Tanıma ve Saygı


İnsana en çok zaman kaybettiren kuşkusuz kişilik çatışmalarıdır. Kendimizi tam anlamıyla tanımamız ve o kişiliğe saygı göstermeye başlamamız uzun zaman alıyor ne yazık ki, kimisi içinse bir ömür yetmiyor bunun farkına varmaya.  Lanet olası zaman kısıtı olmasaydı bu sorunlar yaşanmayabilirdi, lakin kısıtlı kaynakların kullanımının yüzyıllardır kafa yorulan başlı başına bir sorunsal olduğu göz önünde bulundurulursa, kişi için en kıymetli varlığın, hayatın nasıl kullanılacağı oldukça hassas ve meşakkatli bir konu haline geliyor.
Şimdi herkes aynaya baksın ve önce kim olduğunu öğrensin, öğrenip de unutanlar hatırlasın, yeni kimliğine adapte olanlar iki boyutlu bir kareden üç boyutlu bir cisim çıkartabilme çabasındaymışçasına ışığı delip geçen bakışlarla süzsün yüzündeki maskenin altındaki asıl çehreyi.

Önce kendini sevmeli insan. Kendini sevmeyen insan başkasına gerçek bir sevgi duyamaz. İnsan tanımadığı birini de tam anlamıyla sevemez. O zaman ilk önce kendimizi tanıyacağız, onu değiştirmeye çalışmadan, beğenmediğimiz özelliklerimizi görmezden gelmeden,  onlarla yüzleşerek ama yok olmalarına izin vermeden, önce tanımalı onları, derinine inmeli, bağrına basmalı sorgulamadan.

Daha sağlam adımlar atabilmek için değil bu çaba, ya da doğruya yaklaşmak için değil. Attığın adımların arkasında durabilmek, sahteliği kovabilmek, doğrunu belirleyebilmektir asıl olan. Daha fazla “Kimim ben?” “Burada ne işim var?” diye sormamak için şimdi koşun ve aynaya bakın. Sabah uyandığınızda, sizde sizden başka ne varsa kovulmuş olsun, ruhunuzda, bedeninizde.

30 Temmuz 2012 Pazartesi


Eskiden eserdi geceleri,
Bel çukurundan göğsüme akardı gecenin kutsal pelerini ve terleyip soğumanın o içsel döngüsü tekrar tekrar esir alırken sırtımı önüme odaklandığımdan vurdumduymazlığa başvururdum gayri ihtiyari.
Rutin ve aynı tınıda sürüklenen bir sohbet değildi bizimkisi kuşkusuz.
Kimi zaman sözcüklerdi vitesimizi arttıran kimi zamansa küçük bir gözkapağı çarpması devrimizi yükseltirdi. Hararetimiz her saniye biraz daha şiddetli dayanırken ibremizin kapısına, biz ise yolun sonunu göremediğimiz için gözlerimizi kapamayı yeğlerdik.
Bazen de bariz bir kasıtla zorlardık mayışmış kirpiklerimizi, içindeki kaygan çekirdeği fal taşı gibi açardık solmuş ve mora dönmeye meyilli çeperlerin sınırlarını zorlayarak. Algımız yalnızca kendini savunmasızca ifşa etmiş ikiliye odaklanırdı. Ne kokumu aldıranı görürdük ne de laf yapmaktan çok daha ustaca kullandığımız nimetin parmaklıklarını.
Diyaframımız bir kasılır bir gevşerken, göğüs kafesimiz isyana teşebbüs ederdi sabaha karşı.
Coşkunun doruklarındaki melodiye tanıklık edenden kaskatı kesilmiş kafatası seyisine inen o hassas patikada soluk alırdım köprücük kemiklerine varmadan, ve kollarını bedenine bağlayan köprüden hiç de masum olmayan buseler kondurmadan geçmezdim.

Eskiden eserdi gürlerdi geceleri,
Ahenkle katılırdı ritmimize, zaman zaman durulur birden şaha kalkardı.
Eskiden eserdik biz de rüzgar gibi, boğulduk sıcağın nemin altında.


23 Temmuz 2012 Pazartesi

Arzu ve Korku


Yolumuzu çizmek için iki kaleme sahibiz.
Arzu ve korku.

Arzu güçlüdür.
Unutulmamalıdır ki,
Gizli bir güç oldukça tehlikelidir.

Arzunun sesi
Çürük temelli,
Boş odalarda yankılanmaz

ve en önemlisi
Arzularımız zaaflarımızdır,
ve zaaflar gizli kalmalıdır.

Korku, bilinmeyene duyulur.
Zamanı geldikçe,
Sormaktan korkmamalıyız.

Sormaktan korkarsak,
Öğrenemeyiz, ve öğrenemezsek
Korkumuzu yenemeyiz.

Korku özgürlüğe vurulmuş kelepçedir.
Korku, bizi başkası yapar.

İşte bu yüzden,
Özgür olmak için,
Ben diyebilmek, biz diyebilmek için
Daha önemlisi "diyebilmek" için

Biraz cesaret,
Belki bir gün hiç korkmamak üzere
Açabiliriz gözlerimizi güneşe.
Özgür bir güne.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Bizler


Her şeyden çabuk sıkılıyor
ve kursakta birikmiş tutkulu sözler biriktiriyoruz
çürümeye terkederken tebessüm zengini yüzleri

O derin anlam avcısı zihnimizle
en basit en içten gayretleri
elimizin tersiyle itiyoruz hiç uğramayacak yarınlara

başka bir zamanda başka bir vücutla
hayalini kurduklarımız
üzerine perde çektiklerimiz

Bildiklerimizi sormalarımız
Soramadıklarımızı öğrenmekten kaçış biletimiz
Kuşkusuz bir gün uçacağız

Düşlemenin eşsiz tadı
Gerçek aşkın dilsiz sözcüsüdür
Sadığız ve hiç kavuşamayacağız

15 Temmuz 2012 Pazar

Madem öldürmeden ölümü gösterecekti, neden yarattı bizi, ve neden saldı aramıza aşkı, dostluğu ve sevgiyi.
Madem ayıracaktı bizi, madem kendi kurallarıyla sorgulayıp tekrar bir araya getirme vaadi verecekti, var olmaya ne gerek vardı ki?
Madem yalnızlığa mahkum edecekti, madem anamızı, babamızı, aşkımızı defnedecektik toprağa, neden bir aile verdi bize?
Madem bucak bucak savuracaktı bizi, niye bir araya getirdi, var olmaya ne gerek vardı ki?

Puslu bir tiyatroda çürük temelli bir sahne, rolüne sorgusuz sualsiz adapte olmuş canlılar, bu ne şeffaf perde bu ne bencil oyun?
Salonu kapatmış, bir başına, her saniye not alan, yargılamayı, ödüllendirmeyi, cezalandırmayı seven, günü geldiğinde yok eden, madem yok edecektin,
ne gerek vardı var etmene, bizi böyle adaletsiz bir durağa sevketmene, yokluğumuzda kavrulup giderken.

17 Haziran 2012 Pazar

Herkesin bir eşik değeri vardır, o çıtayı aştığını anlar anlamaz tüm beklentilerine son vereceksin, hayal kırıklığına uğramak istemiyorsan tabi...

Beklenti zaten özünde gereksiz bir şey, gayriihtiyari vuku bulduğu aşikar, lakin yine de varlığına balta vurmak için gayret göstermeli. Çünkü, karşılanan beklentilerimiz, karşılanmayan beklentilerimizle aynı kefeye konduğunda kuşkusuz sıfırı göstermez eşit kollu terazimizin total momenti. Bu da zaten hiç alışamadığımız adalet anlayışına bir gölge daha armağan ediyor.

Biz yoktur hayatta, şahsi benler vardır. Bencil olmak ancak bencilliğini gizlemeyi başaramayan bir bencil tarafından eleştirilebilir. Oysa ki, herkesin gözünün içine gülümseyen paylaşımcı ruhlar, başarısız birer tiyatro oyuncusundan fazlası değillerdir. Yanıldığı bazı noktalar da yok değil o profesyonel oyuncuların. Oynamak, oyuncu olmaya yetmez. Oynamak, bürünmek istediğin karaktere bürünebilme yetisidir. Oyuncu olmak için, bunu sıradanlaştırmak gerekir.

Uzun lafın kısası, beklentiden yoksun bir tutanak kişilere dair, eklemlerdeki burkulma eğilimini azaltan bir faktördür. Sağlam bir vücut, sağlam bir mental yapıya zemin oluşturur. Adalet beklentisi gereksiz bir beklentidir, tüm diğer beklentiler gibi. Adalet anca ütopik bir düzende gerçekleşebilir, realizm sularında yüzerken yorgun düşer de kuma ayaklarınızı değdirmek isterseniz, ve olur da realizm kestanesi esir alırsa ayak tabanınızı, onlarca dikenle aynı hasarı vererek, işte o zaman beklentilerinizi kovabilirsiniz, belki o zaman özgür olabileceğinize dair ümitlerinizi yok edebilirsiniz, inanıyorum ki başarabilirsiniz.


11 Haziran 2012 Pazartesi

Ya İstiklal Ya Ölüm


Bu kararın dayandığı en güçlü düşünce ve mantık şu idi :
Esas, Türk milletinin saygın ve onurlu bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun bağımsızlığından yoksun bir millet, uygar toplumlar karşısında uşak olmaktan yüksek bir konumu hak edemez.            
Yabancı bir devletin korumasını ve sahipliğini kabul etmek, insanlık niteliklerinden yoksun olmayı, güçsüzlüğü ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.Gerçekten bu derekeye düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.            
Oysa Türk'ün saygınlığı, onuru ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir! Bundan dolayı, ya istiklal ya ölüm! İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranacağını varsayalım! Ne olacaktı? Tutsaklık! Peki efendim, öteki kararlara boyun eğme durumunda sonuç bunun aynı değil miydi! Şu fark ile ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan millet, insanlık saygınlığının ve şerefinin gereği olan bütün özveriyi yapmakla kendisini avutur ve elbet de tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, onursuz bir millete göre, dost ve düşman gözündeki yeri farklı olur.
Sonra, Osmanlı hânedan ve saltanatının devamına çalışmak, elbet de, Türk milletine karşı en büyük kötülüğü işlemekti; çünkü millet her türlü özveriyi yaparak bağımsızlığını kazansa da, saltanatın devam etmesi durumunda, bu bağımsızlığa güvenli gözüyle bakılamazdı. Artık yurtla, milletle hiç bir vicdan ve düşünce ilgisi kalmamış bir sürü çılgının, devlet ve milletin bağımsızlık ve saygınlığının koruyucusu durumunda bulundurulmasına nasıl izin verilebilirdi? Halifeliğin durumuna gelince; bilim ve fennin nurlara boğduğu gerçek uygarlık dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?             Görülüyor ki, verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlamak için henüz milletin alışık olmadığı sorunlara değinmek gerekiyordu. Kamuoyunca söz konusu edilmesinde büyük sakıncalar olduğu düşünülen konuların söz edilmesinde kesin gereklilik vardı. Osmanlı Hükümeti'ne, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu."
                Yukarıda nutuktan alınmış kısa ama bir o kadar da düşünce ve görüş yoğunluğu içeren bir kısım okudunuz. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Milletinin geleceğine ışık tutmuş, ve nice dersler çıkarılması gereken bu ölümsüz eserinden sadece küçük bir parça da olsa, Atatürk’ün bağımsızlık yolundaki kararlığını o kadar güzel ifade ediyor ki.. İzin verirseniz, sözlerime Mondros Anlaşması’nın hemen sonrasındaki genel durumdan bahsederek başlamak istiyorum. Öyle bir millet düşünün, 3 kıtaya yayılmış, sözü emir, vaadi senet, her adımı dahi tüm milletler için endişe kaynağı, her hareketiyle düşmanlarını titreten bir millet. Ve bir gün bu milletin önüne imzalamak zorunda olduğu bir anlaşma atılıyor ve sorgusuz sualsiz memleketin her bir köşesini işgal mazeretleri içeriyor. Karşı koyamasın diye orduları dağıtılıyor, toprakları düşman devletler tarafından  pastadan dilim alırmışçasına pazarlıklar yapılarak paylaştırılıyor. Umut neredeyse yok, bu büyük devletin hükümeti kendi çıkarlarını gözetmekten fazlasını yapamıyor. İşte bu kadar vahim ve elemli bir vakitte bir kahraman imkansızı başarmak üzere ortaya çıkıyor. Hem iç hem dış kuvvetlerle, yeri geldiğinde kendisine karşı çıkacak arkadaşlarıyla dahi kavgayı göze alıyor, ve bu şeref ve onur timsali adam öyle seviyor ki vatanını öyle aşık ki bağımsızlığa, özgürlüğe, öyle nefret ediyorki tutsaklıktan, yabancı boyundurugu altında yaşamaktan, öyle yaşamaktansa ölürüm, ölürüz diyebiliyor.
Türk soyu asırlarca hüküm sürdüğü Orta Asya’da Anadolu’da Balkanlar’da hep ölümü tutsaklığa yeğlemiş olarak yaşadı. O zor günlerde ise kanının son damlasına kadar savaşmak varken Türk Milleti, Amerika’nın İngiltere’nin himayesi altına girme arzusu taşıyan kendini bilmez vatan hainleriyle dahi savaştı. Atatürk şartlar ne olursa olsun esaret altında yaşamanın Türk Milletine yakışmayacağının bilincindeydi ve Türk Milletini hiçe saymış kendi çıkarlarından başka derdi olmayan Osmanlı Hükümeti ve Saltanatının izinden gitmenin ne kadar alçakça olduğunu göstermeye çalıştı. Aynı zamanda Türk Halkı için bunu inkar edebilmenin zorluğunu da biliyordu ve ilmek gibi ince ince işledi fikirlerini insanların üzerinde, doğru yerde doğru kararlar alarak bugunki Türkiye Cumhuriyeti’ni kurabildi. Atatürk’ün üstün ileri görüşlülüğü, muazzam strateji yeteneği ve hadiseleri harikulade  idrakı ve idaresi, bağımsızlığa giden zorlu yolda bir çok engeli  aşmasında büyük rol oynamıştır. Ama asıl bu yolda zaferi getiren onun ruhundaki ölmez Türk Vatanı ve Türk Milleti sevgisidir, ve biz bugün göğsümüzü gere gere gezebiliyorsak sokakta, Türk bayrağı çekebiliyorsak göndere bu Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının sayesindedir. 

15 Mayıs 2012 Salı

Sessiz ve sakin sana olan nefretim,
Hava kapalı, ağaçlar şimdiden almış gardını,
Bir ben korumasız, açıkta ve zaaflı
Fırtınadan nasibini almaya kararlı
Kılıfım ipek, hassas ve yumuşak
Koruduğu kalpse bağışıklığının doruklarında
Bir gülüş, bir ten, bir mikrop
Üşütür sularımı, gönülse çoktan yatağa düşmeye kararlı

Dağıtır sesimi rüzgar, karanlık bucaklarında
Bir soluksuz damla çarpışları
Bir de kalp atışları duyulur soğuk ve puslu sokaklarında
Sıkıcı bir filmin, kötü bir dost tarafından anlatılmış mutsuz sonunu
Tüm soğukkanlılığıyla icra etmeye kararlı...

Zaman dengesiz, bir saat diğerini tutmuyor
Ya saatin bozuk senin ya da yelkovan bize ihanet ediyor
Sadakatini beklemek kuşluk vakti gelecek güneşi beklemek gibiydi
Emindim geleceğinden, akşamüstü gideceğinden olduğum gibi
Tüm gece gaz lambalarıyla aldatıldın kimi zamanlar
Yerini gelişen teknolojinin ürünleri aldı zamanla
Bir bendeki ben değişmedi, bir de sendeki ben...

Ayak uyduramadık ne bize ne de zamana
Uçup giden güvercin, geç olsa da geldi
Aynı cesareti sende gösterebilseydim
Dönüş ihtimalinin şerefine içerken
Bir yandan da sessizliğine ağıtlar yakmaya başlardım
Ben kafamda çok büyüttüm belki seni ama
Sen özlemime hep sadık kaldın
Benden bihaber içtiğin o süslü kokteyller
Birbirinin ardı kayan yıldızları takip ettiğin o çirkin adam
Uyanır uyanmaz yaşadığın pişmanlıklar
Kendine lanet ederken, her hamlene karşı haklı bir sebep gösterişin
Hepsinden haberim vardı
Tek hatam yokmuş gibi davranarak aptal yerine konmamdı
Ya da senin öyle sanmandı.

Sen dürüst biriydin, ben bilirdim
Bu yüzden her konuşmaya yeltendiğinde
Dudaklarını parmak uçlarımla susturuşum...
Hepsini boş verdim ben sen de boşver
Gururumu yüzüstü bırakalı uzun zaman oldu
Ne aradım ne sordum
Bir gece kapımda belirdiğinde yüzüne kapatmayı bildim
Sen miydin beni ben yapan yoksa gururum mu?
Kuşkusuz sendin...
Ve ben benden eski bir dosta göğsümü gere gere hoşçakal dedim
Bir sana elveda etmeyi beceremedim ben.

İster acizlik de, ister zaaf ya da aşk
İnanmadıklarına inandırmak gibi bir niyetim yok, hiç olmadı
Bana ilk gülüşün, ilk dudaklarıma dokunuşun,
Yanaklarımı kızartışın, içimi titretişin
Bunları unutmak mümkün mü?
Mümkün, hepsi unutulacak.
Her saniye seni hatırlatan bir fotoğraf,
Sana ait bir kelime, koskoca bir lügat
İmkansızı mümkün kılmak mümkün mü?
Mümkün.
Ya zamanı geri getirmek?
Ya zamanla birlikte ilerlemek?
Yokluğuna başka bir sıfat biçebilmek?
Mümkün mü?
Cevabı öksüz bırakılan  sorularım,
Senden bağımsız sana dair anılarım,
Umarsız beklentilerim, çıkarsız sevgim,
Hepsini boşver, ben çoktan verdim bile...
Aynı karede, tesadüfen de olsa aynı yerde, aynı zaman diliminde,
Bir araya gelme fikri o kadar güzel ki...
O kadar güzel ki yaşamak, yaşadığını bilerek
Geçmişinde bir şarkının hatırlatabileceği bir parça olabilmek
Var olmak aynı şarkının, aynı yalnızlık içerikli nakaratında
Aynı ezgiden, aynı notayı içebilmek
Bir cumartesi gecesi aynı dileğe kadeh kaldırabilmek,
O kadar güzel ki aynı cümleye sığabilmek
Aynı şairin farklı şiirlerinin farklı mısralarında da olsa vücut bulabilmek
Hapsolabilmek aynı boşluğa ve yeniden gülerek yeryüzüne çıkabilmek
Aynı denizin aynı yaşam savaşını veren balıkları olabilme
Ve aynı balıkçının aynı oltasına yem olabilmek
Milatı seninle yaşayıp getirdiği sonu seninle görebilmek
Öyle güzel ki, güzel bir mayıs gecesi düşüncenle can verebilmek...



30 Nisan 2012 Pazartesi

Fark edilmekten korkuyorum
Dönüp gözlerini değdirecek diye ürküyorum
Niye bilmiyorum.

Baktığı yerde bitmek istiyor çiçeklerim
Düştüğü yerde kavramak istiyor sarmaşıklarım
Kimsin bilmiyorum.

Sadece sesini dinliyorum ayak çırpışlarının
Bir damlasına feryat ediyorum gözyaşlarının
Sessiz ve içten yakarışlarım
Kim için bilmiyorum.

Şaşırmak isterdim olası gözyaşlarına
Uyarmasaydım eğer.
Yine ağlardın elbet ama
Dizlerimi baraj ederdim hıçkırıklarına ilelebet.

Farkına varmaktan korkuyorum
Yaşamadığımı yaşamaktan ürküyorum
Sevmekten çekiniyorum
Niye bilmiyorum

Olduğun yerde yok olmak istiyorum
Hiç var olmamış gibi
Arzuluyorum terkedişlerini
Kimsin bilmiyorum

Sadece uğruna ölüp ölüp diriliyorum
Hiç yaşamamış olmayı dileyerek
Aşağılık gururum ve ben
Kim için bilmiyorum.

Duymak isterdim pişmanlığını
Senle tanışmasaydım eğer
Yine dolu dolu olurdu gözlerin elbet
Hazırdım ellerimle okşamaya yaşlarını ilelebet

Saadet yaramaz bir velet
Durduğu yerde durmaz
Kepaze ruhun, vücudun ceset
Razıydım sarılmaya.

Sığlarında boğulmak isterdim
Derinlerine hiç uğramadan
Ben küçük denizin balığıyım
Hiç okyanusa açılmadım
İstedim ama hiç açılamadım.


16 Nisan 2012 Pazartesi

Yalnız Ölmek

Hepimiz tek bir şey için çalışıyoruz aslında; ızdırapsız bir ölüm...
Hepimiz öleceğiz biliyoruz, ama biz özel bir hastanenin pahalı bir yatağında can vermek için sıraya girmiş durumdayız, sırada kaynayanlar önündekini itenler gırla. Çünkü biz bu yarışta her şeyin mübah olduğuna inanmış bireyler olarak, ölümün bile bir farkı olacağına bahse girmişiz Tanrıyla. 

En güzel çağlarımızda güneşle süslenmiş o bahar günlerinde terlemeyi seçmişiz masabaşında, İzmirli bir güzelin kucağında terlemek varken... Biz sessiz kalmaya, itiraz etmenin sadece bizi biraz daha yoracağına, gösterdiğimiz gayret her ne olursa olsun başımızdakiler için gürültüden öteye gidemeyeceğine inanmışız. İnanmışız en azından, öyle dışarıdan göründüğü gibi ruhsuz insanlar değilmişiz, gözlerimiz dolarmış her şeyi bırakıp dikmek istediğimizde buz gibi birayı. Bizim de duygularımız varmış, biri bunu fark etmiş ve görmüş içimizdeki ağlak çocuğu. 

Ben nerdeyim, kimle paylaşıyorum yalnızlığımı, bunları kimlere anlatıyorum inan bilmiyorum, uzun zamandır kendi kendime konuşuyorum ama hiç düşünmedim delirmiş olabilme ihtimalimi. Belki çok iyimserdim belki de olağanüstü gerçekçi bilemiyorum, ama kendi iç çatışmalarımı, kendi kendimi güldüren kimi zamansa hüzünlendiren mizacımı hiçbir zaman dışlayamadım. Hoş dışlasam da bırakmayacaktı ki peşimi, onunla barışık yaşamak zorundaydım. Öyle arada küser, sonra barışırız ama anlaşırız işte, anlarız dilimizden. 

Sen arkana bakmadan koş, birinden kaçtığın için değil, sırf yerinde saymamak için. İlerlemek yol kat etmek değildir, ilerlemek olduğun yerde seyretmemektir. Her yenilik, daha iyi için bir adım değildir. Sen her daha iyi adımı aradıkça elbet bulacaksın sana göre daha iyi bir yol, ve gideceksin peşinden muhasebesini yapmadan eskinin. 

Ey, dünü hor gören! Bugün her attığın adımda dünden bir nasihat buluyorsun farkında mısın? Kimse geçmişini silemez, görmezden gelmek silmek değildir çünkü. Silmek insanın kudretini aşar, üstünü karaladığın isimler yağmurda hortlar, ya da okunamayacak kadar silik hale gelir. Kaçırdığı bir nokta var insanoğlunun, okumak istemediğin bir şeyi kimse daha büyük harflerle yazamaz, okumak istediğin bir şeyi küçültemeyeceği gibi gözünde.

Yine konudan saptırdın beni kanımda dolaşan yaramaz, ne diyorduk evet yalnız ölmek. Eve yılda iki kere de uğrasam karşı komşumuz Sadık amca bende her Ankara'ya döndüğümde kalıcı izler bırakıyor. Eşi iki sene önce vefat etti. İki tane kızı var, kızları evli ve çocukları var. Edirne'de yaşıyorlar. Sadık amcaya 50 km mesafede olmaları uzak oldukları anlamına gelmiyor, onları uzak kılan tanımlanamaz gönül mesafeleri. Bayramda elini öpmeye gittiğimde bana kahve yapmaya çalışıyor zor yürüyen Sadık amca, iki çift kelam istiyor. Birinin kucağında ağlayabilsin, içini dökebilsin istiyor. Öyle bir konuşuyor ki Sadık amca iki kelimeden sonra mıhlanıp kalıyor sözcükler gırtlağında. Gözyaşları alıyor sahneyi, belkide harflerden daha anlamlı ve derin anlamlar sürüklüyor gönül sularıma. Gözlerimiz doluyor, gözlerimiz boşalıyor. Gözler konuşuyor, gözler susuyor.Sadık amca Emine teyzenin yokluğunu sırtında hançer gibi hissediyor, evdeki her sessizliği onun sözleriyle dolduruyor içinden. Sadık amca domates tohumu ekiyor, salatalık ekiyor. Bir yandansa meyvesini yalnız yemenin vereceği hüznü şimdiden hissediyor. Sadık amca hep ağlıyor, sadık amca ölümü bekliyor. Ölümü kucaklamaz mıydı Emine teyze yanında olsaydı, şimdilerdeyse ölüme gel artık al canımı diyor. Salatayı Ali yesin ben Emineme kavuşayım diyor. Sadık amca hep ağlıyor, Sadık amca yürek dağlıyor. Sadık amca ölmek için yaşıyor.

Herkes ızdırapsız bir ölüm için çalışıyor, bilmiyorlar ki en kötüsü yalnız ölmek.

5 Nisan 2012 Perşembe


Bir insan nasıl olur da sevmeyi istemez hiç düşündün mü? Sevmekten korkar demiyorum dikkat et, sevmek istemez. Başka bir mevzu bu onda vuku bulan. Umudunu yitirmek değil bu, yerim öyle umudu demek. Bir insan nasıl olur da kendini bu kadar soyutlayabilir bir zamanlar uğruna her şeyi unutup gülümseyebildiği şeylerden. Gülümsemek, evet yine gülümsüyor ama o gibi değil. Bir başkası gibi gülümsüyor, gözlerinin içinde ahmaklığa dair en ufak bir iz bırakmadan gülüyor. Karşındakinin içini ısıtan bir gülüş değil o. Karşındakine senin gibi on tanesini cebimden çıkartırım diyen gülüş, ama olsun artık kimse onun birini çok sevdiğini düşünmüyor. Kimse onun zayıf olduğunu keşfedemiyor artık, birine sıkıca tutunduğunda bırakamayacağını bilmiyor.

Bir insan neden hep güçlü olan şeyin yanında olmak ister hiç düşündün mü? Çok basit, güçsüz olduğu için. Herkes kendindeki eksiği tamamlamak ister. Karakterler için de bu geçerlidir. Öyle kimse ruh ikizini falan aramasın arkadaş, oturup yufka mı açacaksınız? Ortak özelliklerinize tick atıp mutlu mu olacaksınız? Yok öyle bir dünya. Diyeceksin ki, zaten güçlü olan niye daha fazlasını istemesin? Gücün bir sınırı var mıdır, aşılabilecek bir çıta mıdır, kolu nereye kadar uzanır, kimlere ulaşabilir, kimlere yalan söyletebilir, kimleri satın alabilir? Güç en güçlü olana kadar hep bir özlem olarak yer edecektir “içinde kalanlar” listende.

“İçinde kalanlar listesi” Herkesin vardır içinde kalan bir şeyler. Onun içinde o ahmak gülüşe ahmak gülüşle karşılık verebilecek biri kalmıştı. Aslında o böyle birini istemiyordu, ama kalmıştı işte içinde. Bilmiyordu ki, öyle birini bulsa kıracaktı kalbini üç vakte kadar. O onun canını acıtanı istiyordu gayri ihtiyari, her insan gibi. Herkes mi mazoşist arkadaş diyeceksin. Ne gördüysem onu anlatıyorum diye naif bir cevap vereceğim, kadehlerimizi tokuştururken. Yazdıklarımın hiçbiri hayal ürünü falan değil, keşke öyle olsaydı da rahat rahat uçabilseydim, şu anda da pek yeryüzündeyim sayılmam ya her neyse.

Bir insan nasıl olur da sevmediği birine onu seviyormuş gibi gülümseyebilir, ya bunu hiç düşündün mü? Ah, evet düşünmedim anasını satayım dediğini duyar gibiyim. Bir gün birinin sana böyle baktığını hisseder de gözyaşlarına boğulursan, beni hatırla olur mu, ağlayabilecek kadar cesaretin varsa tabi. Düşünüp de içi burkulanlar içinse, izin verin anlatayım. Bu sahteliği idrak edemeyenler, ah onlar ne kadar şanslılar. Bu arada kimse ona böyle bakmamıştı, ama o nasıl bakılacağını çok iyi biliyordu. Bu kesinlikle bir vicdan azabı değil ondan miras kalan, bu sadece basit bir insan için belki benim, belki senin için iç acıtıcı bir hadise. Öyle gülerdi ki, ondan bizzat istenilen gülüşün tatminkarlığıyla yanakları kızarmış olan kadını belinden tutardı gözleri sırıtırken, elinden değil, elinden tutmak ona kötü anılar çağrıştırıyordu. Mümkün olduğunca kaçırırdı gözlerini, göz göze gelmek zayıflıktı. Dudaklarını öperken bile gözleri açıktı, göğüs dekoltesine kayardı gözü. Usta bir satranç oyuncusu olması gerekmiyordu birkaç hamle sonrasını görebilmesi için, ki tam olarak bu yüzden o hamleyi yaparken birkaç hamle sonraki zaferin tadını alamıyordu. İçinde birikmiş ona henüz aşık olmamış kadınların meyvelerini serptikten sonra kimsenin ilgilenmediği öyle boylu boyunca uzamış, kırık, buruk, çirkin yabani otların bulunduğu bahçeye, ustaca çekerdi fermuarını ve kesinlikle gülümseme olmazdı bu sefer yüzünde. Arkasından özenle üzerine dikilmiş bir çift gözün takibi, beklentiler, ertesi güne dair boş hayaller ve türevlerini de alarak yanına, farklı bir yola sapardı. Aynı yoldan iki kere gitmesi ancak yeni gittiği bir kapıdan terk edilerek geri dönmesiyle mümkündür artık. Telefonu çaldığında, o ismi gördüğünde birkaç saniye içinde gecenin muhasebesini yapar ve  gerekli talebin sağlanamaması ihtimaliyle küçük bir “Alo” ile açardı. Onun için gerekeni alır, ve ekler hesaba ya artı ya eksi olarak. Böyle geçen her uzun gece, her çekilmez sabah ve ertesi gelen pişmanlık dolu ifadelere teselli arama çabaları birbirini izler, izler, izler…

Bir insan nasıl olur da sevmek istemez hiç düşündün mü? Sevmeyi unutur değil, dikkat et sevmek istemez. Sevgi nedir, yenilir mi, içilir mi, gözaltı morluklarını kapatır mı, ya da çıplak gezmektense üzerime giyeyim diyebileceğin bir şey midir? Nedir sevgi hiç düşündün mü? Sevmeden mutlu olmak mümkün müdür? Soru sormayı hiç sevmiyoruz değil mi, en azından cevaplamak kadar sıkıcı geliyor. Birkaç damla dolaştıktan sonra kanımızda o yaramaz, bira şişene rastgele bir yelkovan misyonu yüklediğinde ne oluyor da birden bülbül gibi şakıyorsun hiç düşündün mü? Sen içmesen bunları yazabilir miydin diye soracaksın belki de, ben de sırf sen boynunu bükme diye yazamazdım diyeceğim, ama sırf senin için. Şaşırdın değil mi, ne kadar da düşünceliyim. Daha da şaşırtıcı bir özelliğim var, senin bunu okuyabileceğini düşünmem. Buraya kadar gelebilme ihtimalin pek de yüksek değil açıkçası. İyimserim, biliyorum, ve gidiyorum şimdilik.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Bırak gitsin Mecnun


Bırak gitsin Mecnun
Korkma unutulmaktan, o bile unutulacakken
Sana vazgeç demiyorum
Soldurma gönlünde açan mis kokulu çiçekleri
Başka bir bahar gelecek
Belki kış umduğundan çetin geçecek
Karla, yağmurla iyi anlaşacak kalbin lakin,
Unutma ki bahar gelecek.

Bırak gitsin Mecnun
Hiç dönmeyeceğini bilsen de
Bırak karışsın kurdeleli, süslü yalnızlıklara
Biliyorum korkuyorsun ya mutlu olursa diye
Onun mutluluğu sana mutluluk getirmeyecek biliyorsun
Olsun,
Mutluluk başka bir bedende canlanacak
Unutma ki bir sabah vuracak yüzüne pis pis sırıtan güneş

Bırak gitsin Mecnun
Nereye gittiğini bilmeden
Büründüğü beyaz çevirsin yüzünü siyaha diye
Etme beddua, yakışmaz sana!
Ne ona yakışır sensiz beyaz
Ne sana yakışır onunla siyah
Onun için kopardığın çiçek yeni bir fidan verecek
Unutma ki manolyayı o da sevecek
Manolyayı sevmese de sevdiğini söyleyecek
Sırf seni sevdiği için.

Bırak gitsin Mecnun
Her şeyini peşinde götürerek
Öyle bir gitsin ki
Gölgesi bile küssün ona
Geri gelecek yüzü olmasa da
Gelse yine bir gün
Yine aç kollarını ona ve
"Bittim" de.
"Senin için"
"Yeniden başlayacağım"
"Onun için."

Bırak gitsin Mecnun
Arkasına bakarsa eğer bir an için
Çevirme sakın yüzünü
Görsün geride bıraktığını ve
Bilsin, gözyaşı ne demek
İyi gözükmeye çalışma
İyi ol!
Son kez göreceğini hatırla
En güzel anını kirletme
Unutma ki onu hep öyle hatırlayacaksın.

Bırak gitsin Mecnun
Dağılsın ismi zihninde fikrinde
Harfleri bir araya getirmeye çabalama!
Özgür bırak onları
Aynı candan aynı kandan
Hep bir ağızdan fısıldasınlar
Yeni bir baharı...

25 Mart 2012 Pazar

Ilık bir Prag sabahı küçük yeşil kokular sızmışken odama
Penceremde esir birkaç böcek ve onlar için endişelenen sürüsü
Her başarısız hamleyle camımı kirleten beş gözlü yaratıklar
Kapıcı Matthias kıracak gibi çalarken kapımı
Baharı müjdelemeye mi gelmişti yoksa,
Giderken kırdığın eşyaların kırıklarıyla mı gelmişti elinde bilmem
Sıcak değildi ama, oysa sen sıcak severdin
Öyle korkardın ki üşümekten bir kış sabahı Berlin'e gidemezdik seninle
Ancak bir meleğin koynundan süzülebilecek beyazları izlemeye

Sen sıcak severdin, ben ise terlemekten korkardım
Sen terimi silerdin ben üzerindeyken, bulutların..
Sana aldığım ilk hediyeyi bile kırdın giderken
Oysa ne istemiştin küçük tatlı bir şövalye kalkanından
Sen benim kalkanımı çok önceleri kırmıştın halbuki
Kırıklarını sevecenlikle savurmuştum yüreğimden
Bir kapıcının avucunda ne işi vardı onların?

Birinin canını acıtmak istiyorsanız sessizce gidin derler
Senin gidişinse bayağı bir gürültü oldu aksine
Madam Jana'yı bile uyandırdın
Uykusu ağır yaşlı cadaloz!
Yoksa canımı yakmak istemediğin için miydi
Böyle yokluğunu yüzüme tokat gibi vurarak gitmen
Hala beni düşünme ihtimalin dahi güldürüyor gözlerimi

Gözlerim ise sende ilk merak uyandırandı hatırlıyor musun?
Benden önce onları sevmiştin hani
Türlü türlü isimler, yakıştırmalar..
Hiçbirini beğenmemiştim, ama sevdiğimi söylemiştim sana
Sen severdin gözlerimi, onlar gülsün diye mi yoksa ha?

Sen sevmezdin susmayı,
Gevezeliğin tuttu mu, yorulmanı beklerdim susman için
Bazen utanırdın, al al olurdu yanakların
Seninkilere benzediler derdin
Bense söyle onlara biraz kendileri olsun derdim
Kızardın bana, kızdığında beni görmezdin
Ya da görmemezlikten gelirdin
Kıyamaz mıydın yoksa göz göze gelsek bir an için?
Affederim diye korkardın, ben bilirdim...

Git başımdan Matthias, uğraşamam şimdi senle
Varsa yüzümü güldürecek bir müjden söyle
Ya da bir süre beni görme olur mu?
Ekmeği, gazeteyi bırak kapıya
Belki bakarım bir ara gelir de
"O" gittiğinden beri dünya benim kadar değişmiş mi diye
Ama şimdi git
Görmek istemiyorum kimseyi

Bir saniye, bir dakika, bir saat
Gece ağırırdı başımda, kalan son ekmeğim bayat
Ne açlık vururdu beni, ne sıcak kavururdu
Seni düşünmediğim her anım huzurluydu
Yalnız bir adam ne kadar huzurlu olabilirse işte o kadar

Belki de tek sorunum birkaç ay ileriden gitmek,
Kim bilir belki de çoktan başa sarmışsındır
Ya da sen de benim gibi darmadağınsındır
Mutlu ol diyemeyeceğim affet beni
Ki olabileceğini düşünmek bile istemiyorum...

9 Mart 2012 Cuma

Tekerrür

Karla örülmüş bir coğrafya, her ilmeğinde güneşin ayrı bir nimeti. Bunu bir an düşleyerek gülümseyebildiyseniz eğer yazının devamını büyük bir zevkle okuyacağınızı garanti edebilirim size. Bir çok kötü haberi küçük, tatlı bir müjdenin dağıttığı bir kuşluk vakti, kabuslardan yadigar kalan o rahatsız edici terin bir anda donuklaştığı ve yerini karşıkoyulmaz bir huzur çığının aldığı o sabah benim içimde biriktirdiğim ama bir türlü kendime bile itiraf edemediğim beklentilere tokat gibi bir cevaptı adeta. Yüz kızartan, lakin şiddetinden değil bende bıraktığı utangaçlık hissinden, ve o kızarıklığı ne kalemin pudrası dağıtabildi ne de taze yaban mersini. O gün bugün yaşadığım hassasiyet problemi bütün vücüdumu mumya gibi kapladı ne yazık ki. Keşke yanaklarımla sınırlı kalsaydı, anlaşabilirdik diye düşünmüştüm. Bu rahatsız edici, beni derin sorgulamalara ve özeleştirelere sürükleyen "hassasiyet" problemi, bir problem olmaktan çıkamadı ne yazık ki. Oysa ben onunla barışık yaşamaya gönülden razıydım...
Sözcüklerimi seçerken iki kere düşünmeye başladığımdan beri, sabırsızlığıma her gün ayrı bir hançer geçirdiğimi farkettim ve anladım ki, tüm dünyayla barışık yaşamak imkansızmış. Sevgimle barışsam nefretim terkedecek beni, aşkım ile barışsam yalnızlığım. Bu beni derin bir hüzne boğsa da, yitirmedim ümidimi. Birşeyleri gözden çıkaracaksın ki, gözden çıkaramayacağın şeyler edinebilesin. Kaybetmek, kazanmanın ilk adımıdır. Bir diğer deyişle, evrende boşluğun doldurulma ihtimali her zaman daha fazladır. Yeter ki o boşlukta varlığının yokluğuyla aynı değer taşıdığı birşey barındırma. Sahte kaleler inşa etme gönül arazine, unutma ki güçlü kaleler özverili ve tutkulu bir çalışmanın ürünüdür.
Ne diyorduk ah evet, " tekerrür". Tekerrür deyince akla hep " Tarih tekerrürden ibarettir." sözü gelir. Bu sözü sorgulayıp üzerinde kafa patlatmadan birçoğunuzun "Vay be!" dediğini biliyorum. Lakin "Tarih" dediğimiz kavram nedir ki? Bir tutanaktan ibaret midir? Yoksa bir "background" mıdır geleceğe ışık tutan? Varın siz düşünün ve haberdar edin e mi?
Bugün yine "Tekerrür" etti tarih, aynı senaryoyu farklı oyuncularla icra etmekten bıkmış usanmış bir dünyalı olarak, farklı kafalar yaşayan bu adaletsiz galaksinin üyeleri sizler! Sizler ki, tekerrürü ürünü olan melankoliyi sevenler ve sahiplenenler, sizleri hem öpeceğim gözlerinizden hem de dürteceğim malum yerlernizden, mazur görün beni terbiyesizliğimden ötürü...
Ne diyorduk? Ah, evet "Tekerrür", bırakın tarih yaşasın gençliğini ve eskide kalma ihtiyarlığını siz tekerrür etmeyin yeter, tekerrür yerinde saymanın eş anlamlısı olmasa da yakındır mizah anlayışı varla yok arasında vuku bulan şeytana ve yaptırdıklarına ve yaptırmakla yükümlü olduklarına...
Sıkıldım, affet beni! bitiriyorum burda bu ahlaksız meziyeti ve son buluyorum küfürlerin eşliğinde, gidiyorum be adam gidiyorum be kadın! sen gitmek nedir bilir misin? Ben bilirim ama öğretemem gitmekten korkan birine, içinde korku barından birine de anlatmak istemem ya her neyse, sen sağlıcakla kal korkuyla barışık yaşamaya alışmış dünyalı, hor görme beni, bil ki ben seni hiçbir zaman görmeyeceğim. 

21 Şubat 2012 Salı

Kırcaali

Dünyaya gelmemde emeği geçen annem babam, onların dünyaya gelmesine sebep olan büyüklerim Bulgaristan'da doğmuş, büyümüş, oranın kültürünü edinmiş. Bulgaristan göçmeni deriz ya, biz oyuz, bulgar göçmeni değil ama Bulgaristan göçmeni. Benim eşim, dostum çok hassastır bu konuda. Biz Türküz deme gereği bile duymazlar, aksini iddia edene gülmekle de kalmazlar ya ben onlara nazaran biraz daha sakinim sanırım. İlkokulda sen bulgarsın diyen cahil çocuklar kadar olmasaydı keşke anneannemin deyimiyle " kitabın kabını okumuş olanlar". Tarihten bihaber, bana  daha 15 yaşımda  "Kurtuluş Savaşı sonrası sınır Marmara Denizi olsaydı sen de mi Bulgar olacaktın?" savunmasını ortaya sunduranlar, hala bi takım değerler altına sığınarak hesap soruyorlar bana. "Evet, ben bulgarım" dediğim bile oluyor zaman zaman, sırf üşengeçliğimden.

Konu bu değil, ne diyorduk ha Kırcaali. Doğumyerim, geçen yaz Kırcaaliye pasaport işlemleri için gittiğimde, gördüm ki nüfus o kadar az, sokaklar boş ve cansız. Amcama sordum, "Niye hala burada yaşıyorsunuz?" diye. Cevabını bildiğim soruları sormak, bizzat başrolden duymak hoşuma gider. Beklediğim cevabı alır almaz, tebessüm ettim. 50 yaşındaki bir insan için o kadar önemli ki ilkokul, o kadar önemli ki ilk defa bir kızı öptüğü o tenha. Bizim için henüz bir şey ifade etmeyen yerler, 30 yıl sonra o kadar da anlamlı olabilir mi diye bir düşündüm. Bekleyip göreceğiz dedim, yine üşengeçliğim tuttu biraz anla işte. 

Kırcaali.. uğruna şarkılar yazılan bu şehir, doğum yerim. Farkında mısın ne kadar da böbürleniyorum? İstanbulda doğmak vardı oysa ki. Dünyayı birbirine katan şehir. Nerede doğduğumu hiçe sayan bir "nerede öleceğim" planı kurgulamak üzereyken, yine dürttü beni mazi. Doğdun , Kırcaali, Selanik, İstanbul, Diyarbakır..

Doğduğun yere ait değilsin! Yaşağıdığın hayata aitsin, X yaşından sonraki hayata aitsin öncesi senin için anlam ifade etmiyorsa tabi. Babanın oğlu olmak istemezsin kimi zaman, doğduğun yer yüzünden önyargılara mahkum yaşamak istemezsin. Annenin sıcak kucağından ibaret olmasa da senin küçüklüğün, gizleyemeyeceğin bir "Nüfus Cüzdanı" var daha sonra üzerinde ayrıntılı bir biçimde konuşacağımız. Konumuz bu da değil.

Kırcaali.. Gittim gördüm, ne güzel memleketsin, iyi ki açmışsın kollarını bana, ama gerekirse bırakacaksın yakamı. Ben senin çocuğun olmak istemiyorsam, sana ait hissetmiyorsam azad edeceksin beni. Kişisel algılamayın. Benim özgür irademin ürünü olarak benimsemeyin söylediklerimi. Evrensel düşünmenin vakti gelmedi mi? Biraz da açın pencerenizi ve Avusturalyalı bir genci düşünün, o Avusturalyalı olmak istemiş mi acaba? Derinine ineceğiz bu mevzunun şimdilik biraz nefes alın, yatmam gerekiyor yoksa kalkamayacağım başımın ağırlığından. 

Kırcaali, ne güzel şehirsin... Doğduğu yerle gurur duyan ben, senin memleketinle onurlanıyorum ismini cismini bilmeden, sırf sen orada doğduğun ve oranın kültürünü benimsediğin için, ya da reddedip bunun farkındalığına erişmiş yüce bir insan olduğun için, ya da tam tersi! Hümanizm bayrağı bir an dalgalandı sularımda, ve ben bunun üzerine daha çok gevezelik yapacağım hiç şüphen olmasın...

Doğumgünüm

Korkmayın bugün doğum günüm falan değil. İyi ki doğmuş muyum tartışılır, ama ne çare doğmuşum işte. Doğarken sordular mı sana "Bu dünyaya gelmek istiyor musun?" diye, ama geldin, ne yapacaksın şimdi? "Doğmaz olaydım, şu lanet dünyaya gelmez olaydım" diye isyan etmenin, erken ölümüne dair ağıtlar yakmanın anlamı ne?

Şikayet etmek, en kötü ve insanı yıpratıcı yakarışlardan sadece biri. İntihar edecek gücün var mı? Eğer yanıtın "Var!" ise, iyi dinle beni. Sana burada intihar etmek kolay olanı, mücadele etmekse.... falan filan edebiyatı yapmayacağım. Benim pederle aram pek iyi değildir, bunca yıl bir türlü barışmadı yıldızımız. Ne o benim istediğim gibi bir baba olabildi, ne ben onun beklentilerini tam anlamıyla karşılayabildim, ama birçok güzel sözünden sadece bir tanesini paylaşmak istiyorum seninle. "Hayat, her şeye rağmen yaşamaya değer." Hiç bir sabah uyanıp, pencereyi açıp, o temiz sabah kokusunu içine çektiğinde bir anlık da olsa unutmadın mı dünü? Bugün yeni bir gün bugün farklı bir gün, bugün güzel bir gün diye düşünmedin mi? Ne Polyanacılık oynayacağım burada ne de daha da karamsarlığa sürükleyeceğim seni ürkme. Ne doğuştan yetisiz büyüyenleri düşün diyeceğim ne de daha fazlasını iste geyiği yapacağım sana. Sadece bir bak etrafına, kendini kimseyle karşılaştırmak zorunda değilsin, ne pişmanlıklarının kimileri için hiçbir şey ifade etmediğinden vicdan azabı çek ne de "İnsanlar ne kadar da mutlu." diye iç geçir. Önüne bak, elindekileri say, ve yapabileceğinin en iyisi için gayret et. Sonunda elinin boş kalması ihtimalini de gözden geçir, ama korkma bundan. Kaybedeceğin bir şey kalmadığı gün, gel bana, özgür olmanın onurunu şakağında hissetme şerefine nail et beni. Ben mutlu olacağım ve senin de mutlu olman için elimden geleni yapacağım inan. 

Saat geç oldu, ne fark eder? Yarın sabah o derse gitmek istiyorsam eğer, ne yatacağım zamanın önemi var ne de yarın geçecek o verimsiz dersin. Zorunda olduğun için değil, yapmak istediğin için yap. Toplumun sana yüklediği misyon vs. senin yapmak istediklerin konusunu daha ayrıntılı biçimde tartışacağız. Şimdilik sadece ayılmamı bekle. Tabi tekrar yazmak istersem...



Vizyon

Tekrar belirtmeliyim ki, vizyonuma sadık kalacağıma dair söz beklemeyin benden. Ne dünkü beni geri getirecek gücüm var ne de yarınki beni şimdiden görecek kudretim.

Kaçımızın "Kendini on yıl sonra nerede görüyorsun?" sorusuna cevabı var? Belki bir kısmımızın böyle durumlar için cezbedici bir senaryosu vardır. "Ne yazık ki bir çoğumuzun bir hayali bile yok" diyerek gayesiz bir toplumdan dem vuran o şaire sormalı; "On yıl önce sen burada olacağını görmüş müydün?" diye. Muhtemelen buna verecek son derece "cool" bir cevabı olacaktır. Bu sizi yanıltmasın. Üç ay sonra dahi içinde bulunduğumuz şartlar ne olacak, hangi değer yargıları hangi renge bürünecek bilemiyoruz ki on yıl sonrası hakkında bir fikrimiz olsun(!) Hayal kurmak güzeldir, (kimilerine göreyse ızdırap verici) lakin, bir de "hayalkırıklığı" var ki bundan epeyce bahsedeceğiz, hayal kurmaktan bile alıkoyar insanı. Bu sebepten bu soruyu pas geçenleri pek de yadırgadığım söylenemez.
Öncelikle kimsenin beni anlamasını, düşüncelerimi idrak etmesini ya da beni takdir etmesini beklemiyorum. Böyle bir gayem olsaydı... ile başlayan bir cümle dahi kurmak istemiyorum. "Harbi doğru söylüyor lan!" diyerek çığıran bir mahlukatı bırak, "Saçmalıyor bence." diyerek hayatında hiç yapmadığı bir işi yaparak, doğru mu yanlış mı diye bir nebze de olsa düşünen, sorgulayan, değerlendiren ve bir fikri olan o yaratığı bile öpmek istiyorum gerek ellerinden gerek gözlerinden.
Burada ne romantizm rüzgarı esecek ne de realizmin pençeleri hüküm sürecek emin olabilirsiniz. Burası mümkün mertebede ön yargılardan öte yargılardan arınmış, benliğine ait olmayan fikirlerden ve bakış açılarından dahi alternatif de olsa bir yol çizebilmen için var ve sen yaşadıkça değil sen düşündükçe var olacak.
Girş kısmını gereksiz uzatmak benim üslubum sanırım, o yüzden kısa keseceğim, ve kestim bile.


Misyon

Öncelikle belirtmek istediğim birşey var;
Misyonuma sadık kalacağıma dair söz veremem, ne rüzgarın yönünü belirleyebilecek kudretim var ne de kendimi durdurabilecek cesaretim.

Kimsenin yabancılık çekmeyeceği, kendini zümrüt parçası görenden kendini buzdolabında unutulan yarım limon olarak tanımlayana kadar herkesin bir "ben" bulacağı bir platform oluşturma arzusu uzun süredir başımın etini yiyiyordu zaten. Yazmaya üşenmediğim süreçler dışında burada sizlerle beraber olmaya, size "sizi" anlatmaya, biraz da kendimden ve edindiğim tecrübelerden bahsederek (her ne kadar "bir musibet bin nasihattan iyidir" teorisine şiddetle katılsam da) en azından zihninizde bir fikir edindirmeye çalışacağım.

Günümüzde "düşünmek" eylemini çok basite indirgeyen, icra etmeye üşenen, başkalarının onun yerine de düşüneceğini, hazır bilgiyi depolamayı alışkanlık haline getirmiş bir takım "insan" topluluğunun burada pek de birşey bulamayacağını müjdelemek istiyorum, o şahıslara tabiki, mesela o bahsettiğim kişiler şu an çoktan benim kendimi beğenmiş bir ahmak olduğumdan ve yazdıklarımın ne kadar değer taşıyabileceği hakkındaki kaygılarından bahsetmeye başladılar bile. Ha bir de sabırsızlar ve tedaviyi reddedenler var tabiki. Şanslıyız ki, onlar ne bize ne de hayatımızda rol almaya müsait canlılar değil. Yine de hor görülmesinler, görmeyiniz. Unutmayınız ki her filmin figüranlara ihtiyacı vardır.

Paylaşmanın o eşsiz lezzetini hücrelerine nüfuz edebilmiş, tanımadıkları duygulara dahi özlem duyabilen, farklı şehirlerde, farklı karakter ve zihin yapıları ile, farkında olmadan aynı şeyi düşleyen, düşlemekten sıkılan, sıkıldıkça dibine kadar ona bulanan, umudunu inat ve özveriyle kaybetmek istemeyip bunu hakkıyla başaranlar, sizlere sesleniyorum. Siz benim en derinime inerek, benden nefret ederek, sonsuza dek sevemeyecek dahi olsanız, ben burdan ilan ediyorum size olan sevgimi. İyi ki varsınız ve buradasınız...