21 Eylül 2013 Cumartesi

Sen ve Olmak Seninle

Seni sevmek,
Karanlıktan korkup da bir sinek gibi sokak lambalarının başına üşüşmek gibi,
Dünyanın güneşin etrafında dönmesi gibi,
Saçlarını tavaf etmek gibi.

Senden ırak kalmak,
Uyanır uyanmaz perdeyi güneşin suratına kapatmak gibi,
Temmuzun ortasında tütün toplayan ırgatların terlemesi gibi,
Ölüm döşeğinde gençliği hatırlamak gibi.

Seninle olmak,
Maşayla koru tutmak, ama kora dokunamamak gibi,
Özlemek nasıldır hiç bilmemek gibi.
Kucağında bir bebek tutmak gibi.

Ben bilmem aşık olmayı,
Delirircesine sevmektir sana verebileceğim.
Bilincim yerindeyken,
Yapraklar yeşil ve denizler maviyken,
Henüz gitmemişken benden bilincim.
Seninledir ancak sevincim.
Ben bende olduğu sürece özleyeceğim.








Çiğ Dem Evde

Üzerime gelen duvarlara güzellikle odamın zaten küçük olduğunu ve daha fazla üzerime gelirlerse kendimi pencereden aşağı atacağımı söyledim. Hatta kalktım, şöyle bir aşağı baktım, henüz birlikte hiç bisiklet sürmediğimiz aklıma geldi ve merdivenleri kullanmayı tercih ettim. Gölde taş bile  sektirmemiştik. Bunu bize yapamazdım. Merdivenler korkulukları olmadan ne kadar da kimsesiz bırakılmış gibi görünüyorlardı, yeni farkettim. Sevmedim onları, hiç sevemedim. Hep tozluydular, ama hiç temizlemeye de kalkışmamıştım. Bir siyah bir beyaz boyasam piyano çalar gibi aşağı insem şöyle pesten tize parmaklarımı gezdirir gibi, belki daha eğlenceli olurlardı. Eminim onlar da beni taşımaktan hoşnut değillerdi. Aramız bozuktu, bozuk kalacaktı. Bir gece yarısı sallana sallana evimize giderken bizi taşımadıkları sürece onlara bir minnet borcum da olmayacaktı. Kendimi dışarı zor attım, arkamdan fısır fısır konuşuyorlardı. Belli ki pek de hoş sözler sarfetmiyorlardı hakkımda, beni duymuş olabilirler. Merdivenler konuşamaz ama duyarlar derdin hatırlar mısın, o halde çok yaşamazlar. İnsan hep içine atarak ne kadar yaşayabilir ki? Ben hep anlatırdım mesela sana, hoşuma gitmeyen bir şey yaptığında hemen bir hikaye uydururdum. Merdivenlere söylüyorum sen anla derdim. Ben de benim “merdiven” isimli bir kızım yok derdin. Gamzelerim atıverirdi kendini yanaklarımın ortasına. “Gamze” ismini hep sevmiştim. Seni görür görmez sahne alırlar, sen gidince gömülürlerdi ve pek de nazlılardı, sen gelmeden kimse çıkaramazdı onları yanaklarımın derinliklerinden.


Domates ucuzlamış, sanırım hava ısınıyor. Kışın yediğimiz domatesler neydi yahu öyle.  Sen ne derdin. Bitmez tezim, olmadan domatesim. Kekik ve zeytinyağı en yakın arkadaşlarıydı. Tezin bitti, domates bitmedi. Yaz geldi, sen gelmedin. Sen geldin, ben orda değildim. Ben ordaydım, sen tualatteydin. Beklemedim. Sen geldiğinde ben çoktan gitmiştim. Ben döndüğümde sen sıkılmıştım beklemekten. Bir türlü denk gelemedik aynı evde. O evde, işlek bir caddeden çıkıp da izbe bir sokağa vardığımız o evde, günün büyük bir dilimi perdelerin kapalı olduğu o evde, mutfak tezgahının çatladığı, kanepelerin feryat ettiği, halıların can çekiştiği evde. Televizyonun sustuğu, bizim konuştuğumuz, tabloların canlandığı, kapı kollarının kırıldığı, sineklerin uslandığı, aynaların kıskandığı evde. Biz hiç denk gelemedik bir gecenin aşk kokan eteğinde, sabahın bizi bulamadığı o yerde, eteğin sahibi kadının bacakları arasında. O kadının şefkatli kollarında, saçlarını tarayamadık, göğsüne yatamadık, elinden tutamadık. O öldü, bacakları morardı, etekleri yakıldı, bizi yakaladılar, üstümüze yağdırdılar sabahı, güneş aldı gözümüzü, kör olduk, göremedik birbirimizi. Ben seni hep o evde aradım. Şimdi soruyorum merdivenlere, geldi mi diye. Cevap vermezler bilirsin, veremezler, onlar sadece duyarlar, konuşamazlar. Karşılıklı susuyoruz, eve geliyorum. Duvarlarla tartışıyoruz hala, bir anlaşsak. Sıra merdivenlere de gelecek, sonra sana, sonra bize. Duvarlar, merdivenler, sen, ben ve evimiz mutlu mesut yaşayacağız. İnanıyorum, başaracağız.

Çiğ Dem Mutfakta

Tezgahın üstü yine dağınık, en az bana vaadettiğin sözler kadar. Bulaşık yıkamak dert değil, temiz bırakmak zor, temiz kalmak çok zor. Bugüne kadar hangi his tozlanmamıştır, hangi düşünce paslanmamıştır? Belki çok eskilerde temizlik malzemeleri icat edilmeden önce ya da tuz bile keşfedilmeden önce yani insanlar deniz görmeden önce belki çok farklı renklerle düşlerlerdi mavilikleri. Beyaz koyulaştığında mavi olur bilir misin? İnanmıyorsan bırak kendini uçaktan paraşütle düzlüğe varma umuduyla engebelere, gülümse aşermiş gebelere. Babalara el salladığını varsay selam verirken vadilere. Vadiler seni çok sever, sen de vadileri . Hatırlar mısın özlem felekle kapışırken sen ağlardın geceleri. Geceler ki seni umursamadan bekler sabahları. Vadiler kıskanırdı sözü başklarına verdiğin için. Sabahlar ki bekler gözyaşlarının dinmelerini. Dinmeler dinler kuşların uyanışını. Uyanışlar ki öfkelenir şuursuzca kurulan telefon alarmlarına. Telefon alarmları ise ne zavallı emir kullarıdır. Görevlerini yerine getiriyorlar diye bir de suratına yerler şamarı. O şamarki uykunun dedikodusudur. Bir garip uyuşukluğun buğusudur.
Çatallar bekçiliğini yaparken tabakların, tencereler hüzünden kurumuş, bazısı çatlamış fesadından çatır çatır. Çünkü onun yemeğinden yenmemiş, herkes tereyağlı pilava abanmış. Tereyağlı pilav tavuk suyuna teşekkürlerini letmiş. Suyu bırakılan tavuğun arkasından mevlüt okunmuş. Tavuğu kesen bir hafta yasını tutmuş. Oğlunun okul taksidini yatıramadığı için tavuklara düşman olmuş, daha nicesini kesmiş gözünü kırpmadan ve tutuklanmamış. Hakkında soruşturma açılmış ama tutuksuz serbest bırakılmış. Tutuklu serbest bırakılsa o kadar koymazmış. Kesilen tavuğun babası intikam almaya ant içmiş. Denizliye gidip büyüklerini toplamaya karar vermiş. Trafik kazasında ölmüş. Kemikleriyle 13 kişi lades oynamış.

Tezgahın üstü hala dağınık, tüm bunlar ben bulaşıklar için su kaynatsam mı diye düşünürken geçmiş aklımdan. Malum kettle çok enerji harcıyor. Birkaç kez sigortanın attığı bile olmuştur. Günümüzde enerji üretimi bu kadar sorunu hale gelmişken ben bulaşık yıkamak için su ısıtamazdım. Tencerede ısıtsam gaz çok pahalıydı. El emeği göz nuru, sürtünme kuvvetini kullanarak bulaşıkları yıkadım. Geçtim içeri, şöyle bir baktım duvarlara. Duvarlar o kadar doluydu ki tablolarla ben böyle boşluk görmemiştim. Hemen aradım seni. Sen boşlukların en büyük düşmanıydın ne de olsa. Senin doluluğun bardağın boş tarafını görmeye dahi engeldi. Polyanna bile kıskanırdı seni. Polyanna sarışın mıydı? Ben sarışın sevmem halbuki, hele bir de gözleri renkliyse şöyle bir kafamı çevirip bakmam kıskanmana hiç gerek yok. Ben siyah severim, esmer de sen. Ya da beyaz ten siyah saç de. Ya da melez ya da duy garez bana sempatik gelen tüm fizyolojik olgulara, dişçilerin yaptığı tüm yarım yamalak dolgulara.

Akşam yemeğine bekliyorum seni. En sevdiğin yemekleri öyle kıskandım ki sana en çok seveceğin yemekleri hazırladım. Hayır diyemeyeceğim üç şey var elimde, tereyağı, kekik ve sarımsak. Hayır diyemeyeceğim aynı zamanda. Ya da sevdiklerimin sevdiklerine armağan olması arzusu beni alıkoydu fevri davranışlarımdan, saçmasapan çıkışlarımdan, gereksiz darılışlarımdan ve yer yer dağılışlarımdan. Şimdi tütüyor dumanı aşkımın, gel tadına bak. Beğenmezsen ısrar etmeyeceğim halamın her evine gittiğimizde yaptığı su böreğini yemem için bana ısrar ettiği gibi. Halamın bana verebileceği tek şey oydu belki de. Ben sana çok daha, çok daha fazlasını verebilirim, bakmak istersen tadına...


Çiğ Dem Çaydanlıkta

Kilometrelerce yüksekten gelen bir damla su kadar sade ve kararlıyım bu sefer. Öyle kararlıyım ki yanından bir yabancı gibi geçtiğim dağların tepeleri ve etekleri, eteklerindeki pireleri ve onların tüm duygu ve düşüncelerine kulaklarımı tıkamış vaziyetteyim. Bunca yıldır içinde varolduğum doğanın tüm tepkilerine Fransız, tüm etkilerine canı gönülden İtalyan ve saldırılarına karşı da Türküm. Daha sonra sadece basit bir “insan” olduğum aklıma geliyor. Tüm coğrafya bir anda siliniyor aklımdan. Bugüne dek ortaya çıkmış tüm miletler, diller, dinler bir frangman tadında geçiyor gözlerimin önünden.

Ben öyle yükseklerden geliyorum ve o kadar kararlı bir su tanesiyim ki, basıncı arkama alarak bir balyoz etkisiyle gömüleceğim sana. Acıyacak canın elbet, sözlerim biraz üzebilir bile seni. Ya da büzebilir eklemlerini sen gitmeye kalkarken kolunu sıkışım. Kolunu sıkmak demek çaresizliğin son demlerinde olduğumu ve “kal” demenin ne kadar boş bir uğraş olduğunun göstergesidir. O an amaçlayacağım son şey olurdu herhalde canını yakmak. Derin bir kedere dahi saplanabilirsin bu çıkışım ile ama seni temin ederim ki battığın çukurdan ses hızıyla çıkartılacaksın. (Işık hızını sana geliş hızımla ilişkilendirdiğim için, bağıl olarak bir fark yaratmak durumundaydım.) O ses ki içinde hiç duyulmamış ezgilerin hayalkırıklıklarını barıdıracak. Barıdırmakla kalmayacak, besleyecek ve giydirecek. Çünkü biz kimseyi aç, açık bırakmayız bahsi geçen şey “ezgi” dahi olsa. (Samimiyetime inandığınızı varsayarak söylüyorum; Ezgi beni aldatan eski kızarkadaşımın ismi olsaydı da bir şey değişmezdi.)
Yeryüzünü nasıl batıramıyorsa bu okyanuslar, dünya nasıl havada asılı kalabiliyorsa astronomik bir kanun gibi yapışacağım yanına. Organik ve kimyasal afetleri de yanıma alacağım. Dans etmek istersek depremi çağıracağım, susarsak susamaya seli, ayaklarımızı yerden kesmek istersek heyelan bize eşlik edecek. Belki bir fırtınaya karışıp kusarız insanlara ve yarattıkları bu zavallı dünyaya olan nefretimizi ya da sıkılırsak karanlıkta bir yıldırım bir şimşek, senin gözlerini göremezsem bulurum bir eşşek. Tüm bunları düşünmekten delirebilirim ama ben bilincim açık olduğu sürece seveceğim seni. Hem delirmek benim işim değil, bir gün delirme kararı olursam bu delileri anlamak için olur. Zira empati olsun, antipati olsun, pati patikalarda şiirler yazıp, bebek pati patilerimi de giyer ıslatırım ayak tabanlarımı sonbahara doymuş çimlerde. Henüz iyiyim. Kötü olmak için onca sebep varken iyi olmanın yegane sebebi aklımda kalan son şeyin hep sen oluşudur.

Bilincimin elverdiği şartlarda düşleyeceğim seni, ve düşlerimin gerçek olması için yalvaracağım Tanrıya. Tüm bunları senin yanında yapacağım. Senin yanında senden uzak kalma ihtimalini dikkate almadan edemezdim. Beni sevememekten korkma, ya da hiç seviyormuş gibi yapamamaktan. Seni kaybetmeyi nasıl göze aldıysam seni hiç bulamamayı da öyle aldım göze. Beklentisiz sevmek büyük bir yük kaldırıyormuş insanın yüreğinden, bunu ilk aldattığımda anladım kendimi. Aldatılmak değil kendini bilfiil aldatmak daha çok yıpratıyormuş insanı. İnsan yıpranmaktan korktuğunda ister istemez yıpranıyormuş. Sakınan göze geliyormuş, sakınmadan da olmuyormuş. Aşağı tükürsen bakkal, yukarı tükürsen balık senin anlayacağın. Şimdi kendime bir çay koyacağım, sonra yanaklarımı al koyacağım. Seni gözlerimden ırak, gönlüme yakın koyacağım. Sırf bir kez olsun atasözleri haklı çıkmasın diye. Atalarımızın kemikleri sızlamaz inşallah, amin.


Yalnızlığın tadını verebilir misin bana ?

Yalnızlığın tadını verebilir misin bana, 
Duymak istediklerimi söyler misin beton yığınları gibi? 
Ahşap sandalyeler gibi açık mı bana kucağın,
Tutuştursam yanar mısın atesimle?

Anlamadan da beni anlıyormus gibi dinleyebilir misin? 
Başını sallar mısın anlamış gibi, istediğimi verir misin bahşiş bekleyen bir garson nezaketiyle.
Susman gerektiğinde susar mısın boş bardak gibi, 
Dolar mısın dökmek istediğimde seni dudaklarımdan içeri?

Yalnızlığın tadını verebilir misin bana,
Sızmak istediğimde açar mısın koynunu çift kişilik bir yatak gibi genişce?
Uyandığımda yok edebilir misin geceden kalma pismamligimi.
Baş ağrıma derman olabilir misin paslanmis bir musluk kadar? 
Hatırlatabilir misin eski beni tozlu bir mektubun aşk kokan satırlarinda?


Özler misin beni 18 yasinda tuttuğum günlük kadar?
Ozlemesen de özlemiş gibi yapar mısın ssayfalarıni karıştırdıgimda.
Bekler misin beni naftalin kokulu bebek patiklerim gibi, 
Ancak parmaklarima sigacak kadar küçük ve kimsesiz kalabilir misin bir ömür, başka bir ömre değecek gibi? 

Yalnızlıgin verdiği tadın altinda gizlenen acım olabilir misin? 
Biksan da benden deli gibi, gulebilir misin yüzüme elinde pamuk şekeriyle mutlu bir kız çocuğu gibi.
Küçük şeylerle mutlu olabilir misin ?
Erik ağacına tırmanir ve henüz olmamis bir erigi benimle paylaşır da,
Şikayet etmeden sevebilir misin bahçemizin kurdunu da sırf bizimle aynı havayı soluyor diye?

Aynalara bakıp da aynalardan kaçmadan, kinanin altındaki aklari saklamadan siritabilir misin dökülen saçlarıma bakarak?
Zamana kusmeden zamanla aşık atabilir misin sozlerime gufteler yazarak.
Gülüp geçebilir misin seni ağlatan misralara.
Gözyaşım olabilir misin, sevinç ve hüzün arasinda kalabilir misin? 
Ölümle dalga geçebilir misin ölüme sadık kalarak, 
Yalnız kalmayı ve yalnızliga sahip çıkmayı göze alabilir misin yalnızlıgimla beni başbaşa bırakarak?