17 Haziran 2012 Pazar

Herkesin bir eşik değeri vardır, o çıtayı aştığını anlar anlamaz tüm beklentilerine son vereceksin, hayal kırıklığına uğramak istemiyorsan tabi...

Beklenti zaten özünde gereksiz bir şey, gayriihtiyari vuku bulduğu aşikar, lakin yine de varlığına balta vurmak için gayret göstermeli. Çünkü, karşılanan beklentilerimiz, karşılanmayan beklentilerimizle aynı kefeye konduğunda kuşkusuz sıfırı göstermez eşit kollu terazimizin total momenti. Bu da zaten hiç alışamadığımız adalet anlayışına bir gölge daha armağan ediyor.

Biz yoktur hayatta, şahsi benler vardır. Bencil olmak ancak bencilliğini gizlemeyi başaramayan bir bencil tarafından eleştirilebilir. Oysa ki, herkesin gözünün içine gülümseyen paylaşımcı ruhlar, başarısız birer tiyatro oyuncusundan fazlası değillerdir. Yanıldığı bazı noktalar da yok değil o profesyonel oyuncuların. Oynamak, oyuncu olmaya yetmez. Oynamak, bürünmek istediğin karaktere bürünebilme yetisidir. Oyuncu olmak için, bunu sıradanlaştırmak gerekir.

Uzun lafın kısası, beklentiden yoksun bir tutanak kişilere dair, eklemlerdeki burkulma eğilimini azaltan bir faktördür. Sağlam bir vücut, sağlam bir mental yapıya zemin oluşturur. Adalet beklentisi gereksiz bir beklentidir, tüm diğer beklentiler gibi. Adalet anca ütopik bir düzende gerçekleşebilir, realizm sularında yüzerken yorgun düşer de kuma ayaklarınızı değdirmek isterseniz, ve olur da realizm kestanesi esir alırsa ayak tabanınızı, onlarca dikenle aynı hasarı vererek, işte o zaman beklentilerinizi kovabilirsiniz, belki o zaman özgür olabileceğinize dair ümitlerinizi yok edebilirsiniz, inanıyorum ki başarabilirsiniz.


11 Haziran 2012 Pazartesi

Ya İstiklal Ya Ölüm


Bu kararın dayandığı en güçlü düşünce ve mantık şu idi :
Esas, Türk milletinin saygın ve onurlu bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun bağımsızlığından yoksun bir millet, uygar toplumlar karşısında uşak olmaktan yüksek bir konumu hak edemez.            
Yabancı bir devletin korumasını ve sahipliğini kabul etmek, insanlık niteliklerinden yoksun olmayı, güçsüzlüğü ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.Gerçekten bu derekeye düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.            
Oysa Türk'ün saygınlığı, onuru ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir! Bundan dolayı, ya istiklal ya ölüm! İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranacağını varsayalım! Ne olacaktı? Tutsaklık! Peki efendim, öteki kararlara boyun eğme durumunda sonuç bunun aynı değil miydi! Şu fark ile ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan millet, insanlık saygınlığının ve şerefinin gereği olan bütün özveriyi yapmakla kendisini avutur ve elbet de tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, onursuz bir millete göre, dost ve düşman gözündeki yeri farklı olur.
Sonra, Osmanlı hânedan ve saltanatının devamına çalışmak, elbet de, Türk milletine karşı en büyük kötülüğü işlemekti; çünkü millet her türlü özveriyi yaparak bağımsızlığını kazansa da, saltanatın devam etmesi durumunda, bu bağımsızlığa güvenli gözüyle bakılamazdı. Artık yurtla, milletle hiç bir vicdan ve düşünce ilgisi kalmamış bir sürü çılgının, devlet ve milletin bağımsızlık ve saygınlığının koruyucusu durumunda bulundurulmasına nasıl izin verilebilirdi? Halifeliğin durumuna gelince; bilim ve fennin nurlara boğduğu gerçek uygarlık dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?             Görülüyor ki, verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlamak için henüz milletin alışık olmadığı sorunlara değinmek gerekiyordu. Kamuoyunca söz konusu edilmesinde büyük sakıncalar olduğu düşünülen konuların söz edilmesinde kesin gereklilik vardı. Osmanlı Hükümeti'ne, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu."
                Yukarıda nutuktan alınmış kısa ama bir o kadar da düşünce ve görüş yoğunluğu içeren bir kısım okudunuz. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Milletinin geleceğine ışık tutmuş, ve nice dersler çıkarılması gereken bu ölümsüz eserinden sadece küçük bir parça da olsa, Atatürk’ün bağımsızlık yolundaki kararlığını o kadar güzel ifade ediyor ki.. İzin verirseniz, sözlerime Mondros Anlaşması’nın hemen sonrasındaki genel durumdan bahsederek başlamak istiyorum. Öyle bir millet düşünün, 3 kıtaya yayılmış, sözü emir, vaadi senet, her adımı dahi tüm milletler için endişe kaynağı, her hareketiyle düşmanlarını titreten bir millet. Ve bir gün bu milletin önüne imzalamak zorunda olduğu bir anlaşma atılıyor ve sorgusuz sualsiz memleketin her bir köşesini işgal mazeretleri içeriyor. Karşı koyamasın diye orduları dağıtılıyor, toprakları düşman devletler tarafından  pastadan dilim alırmışçasına pazarlıklar yapılarak paylaştırılıyor. Umut neredeyse yok, bu büyük devletin hükümeti kendi çıkarlarını gözetmekten fazlasını yapamıyor. İşte bu kadar vahim ve elemli bir vakitte bir kahraman imkansızı başarmak üzere ortaya çıkıyor. Hem iç hem dış kuvvetlerle, yeri geldiğinde kendisine karşı çıkacak arkadaşlarıyla dahi kavgayı göze alıyor, ve bu şeref ve onur timsali adam öyle seviyor ki vatanını öyle aşık ki bağımsızlığa, özgürlüğe, öyle nefret ediyorki tutsaklıktan, yabancı boyundurugu altında yaşamaktan, öyle yaşamaktansa ölürüm, ölürüz diyebiliyor.
Türk soyu asırlarca hüküm sürdüğü Orta Asya’da Anadolu’da Balkanlar’da hep ölümü tutsaklığa yeğlemiş olarak yaşadı. O zor günlerde ise kanının son damlasına kadar savaşmak varken Türk Milleti, Amerika’nın İngiltere’nin himayesi altına girme arzusu taşıyan kendini bilmez vatan hainleriyle dahi savaştı. Atatürk şartlar ne olursa olsun esaret altında yaşamanın Türk Milletine yakışmayacağının bilincindeydi ve Türk Milletini hiçe saymış kendi çıkarlarından başka derdi olmayan Osmanlı Hükümeti ve Saltanatının izinden gitmenin ne kadar alçakça olduğunu göstermeye çalıştı. Aynı zamanda Türk Halkı için bunu inkar edebilmenin zorluğunu da biliyordu ve ilmek gibi ince ince işledi fikirlerini insanların üzerinde, doğru yerde doğru kararlar alarak bugunki Türkiye Cumhuriyeti’ni kurabildi. Atatürk’ün üstün ileri görüşlülüğü, muazzam strateji yeteneği ve hadiseleri harikulade  idrakı ve idaresi, bağımsızlığa giden zorlu yolda bir çok engeli  aşmasında büyük rol oynamıştır. Ama asıl bu yolda zaferi getiren onun ruhundaki ölmez Türk Vatanı ve Türk Milleti sevgisidir, ve biz bugün göğsümüzü gere gere gezebiliyorsak sokakta, Türk bayrağı çekebiliyorsak göndere bu Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının sayesindedir.