23 Kasım 2013 Cumartesi

Bolca Verin, Hoşça Kalın

*Üzerine onlarca kafa yorulmuş, düzinelerce kitap yazılmış, küp küp terler dökülmüş hadiselerle ilgileneyim diyorum biraz. İnce işçiliklerin ilmek aralarına dalayım diyorum. Bir  sökük bulurum diye değil, satır aralarında bir açık aramak niyetinde değilim, sadece bu işlere duyduğum saygıyı kendime merhamet olarak yansıtayım diyorum. Hem terzi kendi söküğünü dikemez derler, ben çıraklıktan kalfaya terfi etme gayretindeyken biraz da kulağı izleyen boynuz olayım diyorum. Geçerim diye değil estağfurullah, olur ya bir iz, bir ipucu bulurum ayakizlerinde erdemin, yoksa şöyle bir dönüp de bakmam bile, eteklerinde yerim yok şöhretin.


*Ben öğle yemeğinde tuzunu uzatırım, akşam yemeğinde ne sen görürsün beni ne ben bilirim ne yediğini. Öyle ya ne ilginçtir aynı çayı içeriz üzerine, öyle janti giyinen garsonların kol gezdiği lokantalarda çay iyi olmaz görsel sanatlara meraklı şeflerin yarattığı tabaklar gibi. Üçüncü sınıf lokantalarda çay layığıyla demlenir, kimileri vardır oraya çay içmek için gelir, sigarasına meze arar kimisi, ya da parası yoktur, karnı açtır da gözü toktur. Kendi hikayelerinde üçüncü tekil şahıs olmuş kişilerin meyhaneye alternatifidir, sarhoş olmak için alkole gerek duymayanların adresidir kimi zaman. Bazen ise davetsiz bir misafire kol kanat geren bir handır, masaları dardır, zemin fayans, kasanın izbe bir köşesinde çok önceleri terkedilmiş bir alyans, ruh hallerinde çokça beliren varyans, belirsizliğin ortasında algoritmalar düzen bir dans...


*Gözüm aç, kazınır kapakları görmek arzusuyla sabahın ilk ışıklarını. Erken yatmadan erken kalkmak ister bedenim, uyandığında bir sis görmek ister dağıtan geceden kalma pişmanlıkları, bir kadın vardır unutmak gerekir, telefona uzanan elleri kırmak gerekir, saçlarını dizse gözünün önüne, sırtını dönmek gerekir, bir söz söylese alıp götüren tanıdığın tüm kadınlardan kalma acıları, o sözü unutmak gerekir. Bazen o söze kanmak gerekir, o sözün altında ezilmek gerekir, o sözü şiire dökmek gerekir, okunmamak gerekir bazen uzun düz yazılarla, sırf okunsun diye yazılan şiirlere kızmak gerekir. Kusmak gerekir, midenin kaldıramadığını omuzlara yüklemek gerekir. Pusmak gerekir iş çıkışında köşe başı bir dürümcünün acı biber turşularını sergilediği vitririne, o vitrinde boy göstermek gerekir, yalnızlığını yüzüne vurmak gerekir duvarların, üst üste dizilmiş taşların, özensizce dökülmüş asfaltların, bir limana sığınma duygusuyla aldanılmış duyguların, teselli içerikli dokunuşların, o dokunuşlardaki müstehcen arzuların ya da müstesna sevdaların. Haykırmak gerekir doğruları ilan ettiğini iddia eden, kökünden yanlış insanların aynaya bakıp da utanmadığı, yüzsüzlüğün son hattesinde kabaran koltukların yamacında yüreklerine.


*Gözlerine bakmadan konuşmak gerekir, sözlerine aldırmadan çekip gitmek gerekir bazen. Giderken eyvallah demek gerekir, her şeye rağmen, mutluluk dilemek gerekir, mutlu olmak için değil, mutlu olsun diye değil, sen olabilmek için, unuttuğun benliğinin bilinçli bir hortlaması gibi, seni senden alma niyetiyle aklını çelme gayretindeki tüm şeytan suretli sorular gibi, her birine birer birer cevap vermek gerekir. Sualleri alaşağı etmek gerekir bazen, tüm noktalama işaretlerini eritmek gerekir sıcaklığında. Bu gereksinimlerin bitmeyeceğini bilmek gerekir, başını çevirmek gerekir bu grilikten, gözlerini kapatıp da görmek gerekir yeşilleri, mavileri, mavileri, yeşillikleri düşleyen sarıya dönmüş sonbaharın sillesini yemiş bir yaprağın yerine koymak gerekir kendini.


*Kimsenin tenezzül etmediği alanlara yöneleyim diyorum, keşfedilmemiş niyetlere cevap niteliğinde memnuniyetler tedarik etme amacında değilim. Sesini duyuramamış, susmak zorunda bırakılmış meselelerin seslerine kulak vereyim diyorum. Merakımı gidermek niyetinde değilim, nasıl ortada yokken bir ihtiyaç yaratılabiliyorsa ihtiyaç sahiplerini sömürmek gayesiyle, ben de bir kenara itilmiş, ötekileştirilmiş duyguların sesi olarak gürleyeyim diyorum kendi yıldızlarımızla donatılmış bir göğün göbeğinde. Beni birileri duysun diye değil, misafirperver kulaklarda yankılanayım istiyorum.


*Artık uyuyayım diyorum, çünkü laf aramızda gözkapaklarıma söz geçiremiyorum, herkesi bırak, bu aciz bedenimdeki tüm parçaları bile tatmin edemiyorum aynı zaman diliminde. Şimdi gözlerimin gönlü olsun, sabah ayaklarımın, öğlen midemin, gece dudaklarımın. Mazur görün irademi, hoşça kalın.

22 Kasım 2013 Cuma

*Artık git sen, bir sonraki otobüs yarım saat sonra. Duraklarımız uzak olsa da aynı yerde buluşacak dudaklarımız ne de olsa. Şimdi git güzel bir uyku çek. Yatmadan önce bir kadeh şarap iç, odanın benden kalan sessizliğini dinle bu sırada, sonra ılık bir duş al, yatağa boylu boyunca uzan bornozunla, dik tavana gözlerini, gülümsesin yumuşamış tenin

*Güzel bir uyku çeksin bedenin ve öğrenmeye dalsın zihnin. Daha önce nasıl düşünüyorsa aksini, nasıl düşlüyorsa Mersin’i, bir acı tatlı hikayeyle gözden geçirsin tüm prensiplerini. Şimdi uzak kal gözlerimden, bilhassa sözlerimden. Veda beyitleri ölçüsüz, uyaksız. Veda beyitleri davulsuz, zurnasız, sevimsiz, mızıkçı, oyunbozan. Adımlarını izleyeceğim ardında kalırken gözlerin, ben mülayim bir aşık, mezcup bir ozan. Git artık, nasıl olsa kahvaltıda görüşeceğiz. Saat tam onda, mantarlı, kırmızı biberli omletimizin ortasında.

*Sakın tam vaktinde orda olma. Ben elbet geç kalırım, biz on diyelim sen on bir anla. Anlarsan yastığı göğsün diye başımın altına alışımı ve bacakların diye yorgana bacaklarımla makas atışımı, anlarsın yataktan bu denli geç ayrılışımı ve sana birkaç yarım saat geç kalışımı.

*Oysa yerinde olmayı ne çok dilerdim. Kavuşacağını bildiğin şeyi özlemek ne güzel şey, beklemek ne güzel şey bana sarılışını, izlemek birkaç yüz metre uzaktan ahenkle salınışını, saçlarının rüzgarla raksını, gülüşünün trafik lambalarını utandırışını, ceketinin eteğini kıskanışı, ve susuşunu dudaklarının, aslında sabaha kadar konuşmaya hazırlanışını bilirim, parfümünün boynundan Ankaraya dağılışını, ne güzel şey yalnızlığı maktül kılmak gözlerinde!

*Şimdi git, güzel bir uyku çek. Göz kapaklarına düşman kesilmek istemem sabahında, yanakların al olsun istemem, bensiz morarsın istemem kan dolmuş yerlerin. Olur da duymazsan alarmı, acele etmeni istemem, otobüse yetişmek için koşmanı istemem, kalbinin benden bağımsız bir şey için böyle hızlı atmasını istemem. O yüzden git şimdi, güzel bir uyku çek, dinlen güzelce, unutma sabah onda, on birde aslında, aynı yerde, bir saat gecikme ile, doyamadığın uykun ile, hasretimle tutuşmuş tenin ile, ince belin ile, tatlı dilin ile, görüşmek üzere. 

Fail, Kefil, Vekil

Ben tüm içi dolu, içi boş bakışların izdüşümü, iç çekişlerin, derin bırakılan nefeslerin düşkünü, gözü yaşlı gülümsemelerin ve samimiyetsiz tesellilerin failiyim. Biraz meçhul, biraz muamma, biraz gereğinden fazla çaba sarfedilmiş anlaşılamamaların altında yatan rastgele varoluşların sebebiyim. Sahte merak izlerinin, anlat kendini deyişlerin, arzu fakiri ifadeleriyim. Senin yalın halinim ben, sahiplenişlerin i hali, yönelişlerin e hali, üzerimdeki gözlerin de hali, terkedilişlerin den haliyim. Çürük bir edebiyatın son akımıyım akışkanlığında değmez yaşların, kaskatı kesilmelerin, aşk kisvesinde sırıtışların, çok konuşmak isteyen susuşların, susmak için can atan geveze çıkışların taahhütüyüm. Günah keçisiyim kendinden bile sır gibi sakladığın arzuların, toplumca yasaklanmış tutkuların, bir köşede saklanmış içgüdülerin ve en saf, en masum dokunuşların, kimilerince açılmış, kimilerince deşilmiş yaralara. Ataçlarla birbirine zorla kenetlenmiş, birbirinden nefret eden sayfalara, o sayfalarda hiç yazılmamayı dilemiş yazılara, o yazılara can veren kalemlere, o kalemleri tutan insanlara, o insanları yazmaya sevkeden insanlara, o insanların kimseye itiraf edemediği pişmanlıklara, susturulan isyanlarına kefilim. Bir garip vekilim omzumda kahır dolusu yükler ile çırpınan, bir gece yarısı dağılan, sabaha karşı yabancı bir yatakta uyanan, kahvaltıyı unutan, gözünü alan güneşe kızan ama ona bir ömür muhtaç kalan, yokluğunda karanlığa sarılan, bir esmere sarılan, göğsüne uzanan, çekinmeden ağlayan, göz yaşlarını saçlarına değdiren, aramadığı bir teselli bulduğunda acınmış gibi hissetse de mutlu olan, gülümseyen, gülümsedikçe seven, sevdikçe bağlanan, bağlandıkça koparılan, koparıldıkça yalnız kalan, yalnız kaldıkça şarkı yazan, şiir yazan, armağan eden kilitlenmiş dudaklara, kimsenin duymadığı ezgileri mırıldanan, o ezgilerde kaybolan, bir an farkedildiğinde sobelenmiş gibi telaşlanan, kollarını kaldıran, gönlünü açan, boynunu büken, kaşlarını kaldıran, gözlerini diken gözlerine ve gamzelerini salıveren gamzelerine, o çukurlarda yorgunluğunu gideren, gözlerini kapatan uykuya ve dalan hiç görülmemiş rüyalara.

13 Kasım 2013 Çarşamba

19.10.13

Soru sormaktan sıkılmıştım. Çünkü aldığım tek cevap sesimin çıplak duvarlardaki yansımasıydı. İçi boş şişeler bile içi boş sözcükleri kaldıramıyordu artık. Soruya soruyla cevap verme gafletinde bulunmak değil de, aynı soruyu birden fazla kez tekrarlayarak kafa açmak istemiyordum. Artık sonu bir veya birden fazla nokta ile biten sözler sarfediyordum. Hani nasıl der Toptaş, her biri bir cümle ağırlığındaki kelimeler... ‘Bin Hüzünlü Haz, sayfa 9. ‘ Ne zaman boyumdan büyük laflar etmeye kalkışsam, daha kısa boylu bir şairin dizeleri geliyordu aklıma. Kendi kendimi sıfırlıyordum. Ne vakit boş geçirdiğim zamanları hesap etmeye kalksam çarpmada, toplamada ne kadar etkisiz eleman var ise hepsi bir bir çalıyordu kapımı. Kalemi, kağıdı ediyordum al aşağı. Satırda kalacaklar hatırdan göçerdi, hepsi göçsün istiyordum. Bir göçük altında kalıp aman dilesinler ve kimse seslerini duymasın istiyordum. Uzanan yardım elleri kırılsın istiyordum.

Zırlamalar bir türlü kesilmiyordu, müziğin sesini sonuna kadar açıyordum. Hangi şarkıya sığınsam en sulugöz notalar kulaklarımın pasına pas katıyordu. Pencereyi açmaya korkuyordum. Dışarısı çığlık çığlığaydı. Ağaçlar bir oraya bir buraya salınıyor, bir titiz fırtına tozunu alıyordu toprağın. Ankara yine estiriyor, gök yine yağıp, gürlüyordu. Bu öfke, bu hiddet, sanırsın faili meçhul bir cinayet! Birden karanlık çöküyor, sokak lambaları sahne alıyor, kapalı gişe oynuyordu. Sabaha kadar alkışlıyordu boş sokaklar, taki bir insan ayak izini bırakana kadar yüzlerine. Soğuk botlarıyla dövene kadar asfaltları ve “Günaydın” sesleriyle yankılandıra kadar işlenmeye can atan caddeleri, birbirine sadakati ile bilinen bırak özür dilemeyi binlerce selamsız geçen insanı sinesine çeken merdivenleri.
Ben geceye seranat yapıyordum, bırak zeytin dalı uzatmayı zeytinyağına yatırıyordum tüm önyargılarımı. Buzdolabında yumuşamalarını beklerken, dereotu topluyordum birinci katımızın balkonun altından. Yeşil yeşil bakışlarına annemin balı, babamın mavisi ile karşılık veriyor, yine yeşilde buluşuyorduk. Anneannem “Yer altında mercimek, yediğim tatlı yemek.” diye sırıtarak turşu almaya gidiyordu bodrumdan. Turşu da turşu hani, anası sarımsak babası sirke. Annem beni çağırıyordu pas atmayan arkadaşıma isyan ederken, kan ter içinde kaldığım futbol sahası yaptığımız şimdilerde yalnız bir arsanın beşiğinden. Karnım değil ama gönlüm doyuyor şimdi hatırladıkça. Avuç dolusu para saysam götürse beni psikolog o günlere, bozuk bir asansör gibi indirse beni çocukluğuma ve bıraksa orada. Söz veriyorum, hiç şikayet etmem.


Susmalarım Sanadır

Cevap veremediğimi düşünürsün,
Oysa ben seni izlerken rahatsız edilmeyi hiç sevmem.
Suallerin suyun altındaymışım gibi uğultulu gelir kulağıma o vakit.
O vakit ki martıların ince gagalarından dökülür susamlar.
İstanbul bir sigara yakar.
Göl kenarlarına vurur insanlar.
Ağacın en tepesinde kalmış kiraz düşer.
Tekme atar Sıla bebek.
Bilse canını yaktığını kıyabilir miydi annesine?
Kim bile bile canını yakar ki sevdiğinin?
Şimdi sorsam sana,
Susamazsın bile.
Kimseden anlayış beklemem.
Henüz ben anlayamadım ki kendimi.
Nasıl şikayet ederim senden?
Senin bile tarif edemediğin senden.
Sonra ben kim bilir kimlerin ahını almışımdır habersiz.
Bilsem özür dilerdim.
Özür dilesem makbule geçer miydi ki ?
Af dilesem duyan olur muydu sedamı?
Elbet yine sen geçerdin aklımdan
ve ben unuturdum tüm günahlarımı.